
Karargah-ı Umumi Muhafız Piyade Bölüğü Kumandanı olarak görev yapan Mülazım-ı evvel Ruhi Bey, Çanakkale Cephesi’ndeki anılarını şöyle anlatmıştır:
Harp başlamadan yedi ay evvel Teke Burnu’ndaydım. Seddülbahir’de ilk düşman ihraç edilirken ona karşı ilk müdafaayı yapan bizdik; yani 26’ncı Alay… Ve muhtelif taarruzlara iştirak ettim. Üç defa yaralandım.
Düşman Anafartalar’dan, Arıburnu’ndan çekildi. Tekrardan, bıraktığı eşyayı keşfe gelen teyyareye, Ağır Topçu Yüzbaşısı Sami Bey, Mıntıka Kumandanımız Kaymakam Mahmut Bey tarafından aldığı emir üzerine ateş ediyor. İsabet vaki oluyor. Tayyare cephemiz istikametinde düştü… Bizim Mıntıka Kumandanı Süvari Kaymakamı Mahmut Bey tayyarelere pek kızar… Daima ateş ettirir onlara; katiyen üzerimize sokmaz… Onun zaten tabiatı öyledir. Bir tayyare geldi miydi, haydi bütün bataryalara ateş ettirir. Tayyare düştü. Hava hafif sisli olduğu için tabii gemiler bu sükutu göremiyorlardı. Tayyareciler geriye kendilerini denize attı. Kendi gemileri istikametinde yüzmeye başladı. Bunu gören bataryamız düşmanın kendi gemilerine iltihak etmemesi için ateş etti ki, tayyareciler geriye dönsünler. O vakit gemilerde tayyarenin burada düştüğünü anladılar. Onlar da ateş açtılar. Tayyare tahrip edildi. O vakit bizim de hiç olmazsa bir esire fevkalade ihtiyacımız vardı. Çünkü düşmanın o dakikadaki vaziyetini anlamak istiyorduk. Zira düşman Anafartalar’dan çektiği askeri, Seddülbahir’e ihracat yapmak istiyor gibi gösteriyordu. Yani açıkçası bunu blöf yapıyordu. Ve gemilerde daima Seddülbahir etrafında bir kavis şeklinde duruyordu.
Mıntıka Kumandanımız Kaymakam Mahmut Bey, bu tayyarecilerin, neye malolursa olsun mutlaka kurtarılmasını istiyor… Tayyareciler en nihayet bir buçuk kilometre kadar sahile yakın geldiler. Tabii, sahil boyunca mayın döşeli olduğundan kimse giremiyordu.
Bu noktada tahassüsatımı söylüyorum: O iki adam bağırıyordu. Yani ölüyorlardı artık. Ve sahilden hala imdat umuyorlardı. Tabii bir kumandan emir verdiği vakit süngü üzerine, top üzerine gidip ölmek vazifemdir.
İşte o vakit, Mıntıka Kumandanı Kaymakam Mahmut Bey, ‘Kim girer?’ diye bir sual sordu. Bu İngilizlere sırf acıdığım için, düşman olsalar da, onları kurtarmak bana bir vazife-i vicdaniye oldu. Yüzmek de bilirim. Bir an evvel girmek için telaşımdan fanilayı da çıakrmamıştım. Bir fanila, bir iç donu kalmıştı. Daldım. O zaman arkadaşım mülazım Kaşif de: ‘Ben de girerim’ diye bendenize refakat etti. (O çoçuk aynı zamanda sınıf arkadaşımdır. Şimdi Rusya’da esir zavallı.) Beraber girdik. Muttasıl düşman topları ateş ediyor. Monitörler, karşımızdan eksilmiyor. Tayyareler tepemizde dönüyordu. Fakat biz tabii pek alçağa düşüyorduk. Sular da biraz dalgalıydı. Ne bizimkilerin, ne de onların makas ateşleri bizi kıstıramıyordu. Gülller hep ötemize berimize düşüyordu. Bize hiçbir ziyan vermiyordu.
Maateessüf o tayyarecilerden birisi boğuldu. Çünki bizde de
takat kalmamıştı. Ötekini kurtardık. Mıntıka Kumandanı Mahmut Bey kendisini
aldı, mıntıkasına götürdü. Orada İngilize masaj yapıldı. Güzel baktılar; sonra
5’inci Ordu’ya teslim edildi. Giderken, İngiliz, Mıntıka Kumandanı Mahmut Bey’e
demiş ki: ‘Türkleri şöyle cesurdurlar, böyle alicenaptırlar, diye kitaplarda
okudum. Bu defa da cephede gördüm. Fakat böyle şiddetli bir ateşe karşı bu
derece fedakarlıklarını bilemezdim. Bu derecesini bir İngiliz bile yapamaz.’[1]
[1]Gazilerin Dilinden Çanakkale, haz. Gülcan Tezcan, Yarımada Yayınları, İstanbul, 2007, s.117-119