Çanakkale Cephesi’nde 124’üncü Alay’da görev yapan Ayaşlı Ecir Bin Mustafa, düşman kaçıncaya kadar Zığındere’de bulunmuştur. Çatlak kurşunun kum torbasına çarpması sonucu gözüne kum taneleri kaçan Ayaşlı Ecir Bin Mustafa bir gözünü kaybetmiştir. Çanakkale Cephesi’ndeki anılarını ise şöyle anlatmıştır:
Mayıs’ta vardık biz. Velakin mayısın kaçıydı orasını bilemeyiz. Şimdi girdik müdafaaya… İşte düşmanla bizim istihkamın arası elli metre kadardı. Neyse müdafaa ederdik. Cephemizde yedi tane delik vardı. Lağım deliği… Lağımın birisi bitti. Atacak olduk. Arttık. Emir verdiler: ‘Lağım atılacak bugün’ dediler. Tarassud da dörder kişi kurşun atıyor; biz de nöbet bekliyoruz. Birbirimizi değişiriz. Bizim fırka kumandanından emir geldi: ‘Dördünüz süngü takın, dördünüz kurşun atın!’
Kum torbasının üstüne süngüleri uzattık. Yani düşman bizi çokluk görecek ki o da kendi siperlerine asker yığacak. Lağım patlayınca çok telefiyat verecek.
Başladık ateşe; derken o da başladı. Derken bir gır, gır, gır gitti gayrı. Bizimkiler lağımı doldurdular kum torbasıyla; ağzına kadar kaydılar. Fitil ateşlediler. Fitilin bir ucu ta burada; bir ucu orada. Fitil yana yana vardı, baruta değdi. Lağım patladı. Patladıktan sonra dağlar böyle devrildi. Devrilince düşmanın bacakları, kolları havada uçarken gördük. Ayak parçası, insan kellesi, şapkası, gövdesi mövdesi, yani hepsini havanın yüzünde gördük. Sonra ateş bitti. Duman savuldu. Attığımız fişenk, kapçık… Fişeğin kapçığı olma mı hani? Ta diz boyu oldu. Kürekle küredik. Topladık.
Biz gece giderdik, çıkardık, kum torbasından aşardık. Ne kadar şehitlerimizin tüfekleri varsa mesela toplardık. Ondan sonra on beş günümüz bitti mi ön siperde; ikinci ateş hattına çekilirdik. İkinci ateş hattında ondan sonra siper kazardık. On beş günden sonra bize ‘değiş’ gelirdi. Geriden gelenler ilerdekilerden birinci ateş hattını teslim alırlardı. Hiç katiyen bir siper vermedik, elhamdülillah.
Hiç on para etmez İngiliz. Hiç korkumuz yoktu hamdolsun. Topu tüfeği iyiydi amma velakin topu tutturamazdı ki! Neden dersen o aşağıdaydı. O enginimizde idi, biz yükseğindeydik. Yalnız bombayla telef ederdi bizi. Sonra bize toplar erişti; topları kurdular. Bizde topçular vardı ki, eh, attı mıydı topu, onun istihkamına düşürürdü evvel Allah sayesinde! Ondan sonra iskelesine attığını iskeleye düşürürdü. Dağıttı iskeleyi! İskeleye gayrı, İngiliz yaklaşamaz oldu! Ondan sonra dayanamadı.
Bir gece ateş yaktılar; cephesinde oradan buradan ateş peydah oldu. Meğer eşyasını yakarmış. Bize kalmasın gibiye eşyasını yakarmış hani. Ondan sonra zabitlerimiz: ‘Oğlum müjde’ dedi. ‘Niye ki beyim’ dedik. ‘Bu kaçacak bugün galiba. Keşif kolu çıkaralım dört tane. Gitsin istihkamına baksın’ dedi. ‘Kimin istihkamına?’ ‘Düşmanın…’ dedi. ‘Bizden dört kişi çıktık. Düşmanın istihkamına bakmaya gideceğiz. Dört kişi fedai çıktık. Emekleye emekleye düşmanın kum torbasının altına vardık. Oradan dinledik: Var mı ki acep düşman, diye. Ses alamadık. Ondan sonra ‘Ya Allah! Bismillahirrahmanirrahim!’ diyerek dördümüzde düşmanın istihkamına atladık. ‘Selaten Tüncina’yı okuyarak atladık. Baktık ki kimse yok! Ondan sonra koştuk ikinci istihkamına. Orada da yok. Ondan sonra birini posta ettik; askere haber verdik, gitti. Ondan sonra asker birden hücuma kalktı. Geldi asker. Dağıldık gayrı istihkamın içine. O yana bu yana aktardık. Kimseler yok.
Hasılı oraya gayrı müfreze bıraktık. Ondan sonra kendimiz geriye geldik. Ne varsa orda teslim aldık. Çadırdı, pirinçti, üzümdü, şekerdi, kavurma kutusuydu, battaniyeydi çok şeyleri aldık. Ondan sonra bizimki yaraladı onu. Yaralanınca yukarıdan aşağıya indi düşmanınki. Onu oradan düşürürken bizimki enginimize süzüldü. Derken üstümüze doğru geldi. Bizim zabitler ‘Çok yaşa diye bağırın oğlum, dediler.’ Biz de ‘çok yaşa’, ‘çok yaşa’ diye bağırdık.
Ağırlığa
geldik. Eş tuttuk gayrı. Ondan sonra herkes eşyasını bağladı. Doktorumuz geldi,
bizi muayene etti. Zayıflarını ayırdı. Beni de ayırdı. Çünkü azıcık zayıfladım,
hasta oldum. Bacaklarımda yel peydah
oldu. Ondan sonra doktorun ayırdığını ‘Ağderesi’ne’ yolladılar. [1]
[1]Gazilerin Dilinden Çanakkale, haz. Gülcan Tezcan, Yarımada Yayınları, İstanbul, 2007, s.104-107