Çanakkale Muharebeleri’ne katılan Mersinli Mehmed Fasih Bey, cephede yaşadıklarını gün gün yazmıştır. Mersinli Mehmed Fasih Bey’in Kanlısırt Günlüğü’nden duygularını ve düşüncelerini daha iyi anlayabilmekteyiz. Örneğin 5 Kasım 1915 tarihinde yaşadıklarını şöyle anlatmıştır:
5.11.1915-CUMA
05:30- Siperleri gezdim. Bölüğün gösterdiği gayret ve fedakarlıktan pek ziyade memnunum. Yerime geldim. Çay ve nargileyi çekiştirmeye başladım. Ortalık pek ziyade sükunette. Tek tük dumdumlar vadilerde inikas etmekte. Ateş baskınından sonra etraf pek ziyade sükunetle geçmiştir. Latif bir surette ortalık aydınlanmakta ve mezkur yerden neferlere kumanda eden küçük zabitin sesi işitilmektedir. Faik Efendi geldi. Görüştük. Bazen dakikalar ile kurşun atılmıyor. Bu müddet zarfında latif sükunet, gittikçe aydınlanan sabahın letafetiyle imtizaç ettikçe insan atiyi düşünecek kadar vakit bulabiliyor. Ey hayal olan günlerin acı tatlı hatıraları! Siz daima canlık kalmakta ve kalbi yakmaktasınız. Sizi düşünmemek, anmamak istiyorum da muvaffak olamıyorum. En küçük bir hadise, vesile-i tahattut ve tefekkürümüz oluyor.
6:13- Düşman terafından ilk bomba şimdi atıldı. Mamafih seyrek…
8:00- İhtiyaç mahalline geldim ve lüzumlu işleri yaptım. Tabur Kumandanı, beraberce siperleri gezmek için çağırdı. Hakikaten güzel bir yer gösterdi ki ‘Burada keyif yapar, nargile içeriz’ dedi. Güzel bir yer. Tabur’un bulunduğu derenin önünde, düşmana arkasını çevirmiş, her tarafı görüyor. Küçük bir kesme yarığın arka tarafı. Burada hakikaten güzel, sabah ve akşam nargileleri içilir. Gezmeye başladık. Siperler güzel açılmış. Hulusi Deresi’nin şark yamacındaki siperleri görmeye geldik. Bu siperler bizim şimdiki siperlerin gerilerini muhafaza etmekte. Bunları gezerken sıhhıyelerin sedyesi içinde birisinin başucuna toplandıklarını gördüm. Siperden sordum. ‘5’inci Bölük’ten Nuri Çavuş’ dediler. Şehit veya mecruh olduğunu sordum. ‘Şehit’ dediler. Yanıan geldim. Eyvah! Ey Allahım! Bana daha acı ne felaketler göstereceksin? Nuri, bomba ile kalbinden, kolundan, başından, bacaklarından yaralanarak şehit olmuş. Başı göğsü açık, saçları perişan, üstü başı kan içinde yatıyor. Çehresi hafif solmuş. Ağzı hafif açılmış. Dudaklarının arasından beyaz dişleri görülmekte. Gözleri yarı açık ve semavata münatıf. Yüzünde bütün ismet ve letafet tecelli etmekte… Elleri birbirine kitlenmiş, göğsünün altında… Bütün bu hali ile sanki kendisine kahredenlere tazallumatta bulunuyor. Artık tahammül edemedim. Ah! Ey derdim! Siz hala kendinizi koruyamayacak ve işiniz olmayan yerlerde gezecek misiniz?
Çünki bu çocuk, taburun depo efradının talim ve terbiyesine memur idi. Siperde katiyen vazifesi yok. Öğle olduğu halde durmaz, gelir; mazgal yapar, yollara bakar, cephane getirir ve çalışmak için iş arardı. Daha akşam bana cephane getirmiş ve ‘Beyim. Size cephane getirdim’ diye tatlı bir ses ile haber vermişti. Düşün ey okuyucu! Ta Erzurum’dan Çanakkale’ye, o da-rülharbi (…) için bırakarak buraya gelmiş. Böyle bir vücudun üfulu beni pek ziyade müteessir etti. Bu kadar ölüm ve fecayii gördüm. O kadar müteessir olmamıştım. Beni müteessir edenler pek azdır. İşte onlardan biri de bu oldu. Sıhhıyeler sedyeyi kaldırdılar. Gitti. Siperleri gezmeye başladık. Fakat duramadım. Pek ziyade sevdiğim bu çavuşuma son hizmeti ifa etmek için kumandanlıktan ayrıldım. Koşarak şehitler mezarlığına yollandım. Yolda sedyeye rastgeldim. Yere koymuşlar ve bölük efradı başına toplanmış. Bazısı ağlıyor ve fecaiye alışarak ağlamayan gözlerde ve çehrelerde derin bir hüzün göze çarpmakta… Üstünü muayene etmişler. Bir şey çıkmamış, üç kuruş para… Mezarlığa yollandım ve mezarcıları da alarak Karaburun Deresi’nin içindeki zeytinliklerde bulunan zabitan mezarlığında bir yere gömmek için doktorlardan müsaade aldım. Derenin çarkında, güzel bir zeytin ağacının dibinde, bir mezar kazdırdım. Burada kendi gibi büyük birçok şüheda vardı. Ayağı karşı sırta geliyordu. Birçok zeytin ve defne dalları koparttırdım ve işte pek ziyade sevdiğim çavuşu bu dallara sararak toprağa yatırdım. Yüzünü gördükçe teessürüm artıyordu ve ilk toprağı atarken artık dayanamadım. Gözlerimden daima boşanmağa hazır, sıcak yaşları kendi haline bırakarak meyus ve perişan hal ve tavır ile ‘Ah oğlum! Sizi böyle bu topraklara yatırmak pek ağır geliyor. Sizi böyle topraklara yatmış gördükçe gözlerim hiçbir şey görmüyor’ diye bağırdım. Bütün arkadaşlar da benim gibi ağlıyorlardı. Bunlardan birisi, beraber geldiklerini ve yolda gelirken ‘İnşallah şehit olurum’ dediğini nakletti. Öyle ise ey Nuri! Sen, arzuna büyük bir suretle nail oldun!
Gömdük. Ey pek ziyade sevdiğim vücudu kara topraklara gömmeyi Allah bana nasip etmiş. Kimbilir daha kimleri gömeceğim. Son vazife-i diniyeyi bizzat eda ettim. Sure-i fatihayı okurken; sesimin bütün rikkati, azameti ve belagati ile okurken, yine kendimi zaptedemedim. Sıcak yaşlar yanaklarımdan kayarak sakalımın üzerinde, sicim tanesi gibi duruyor. Her şey, her şeyin bittiği giibi bu da bitti. Ben de geriye dönerek yerime geldim. Fakat o kadar muzdaripim ki, sanki nereye baksam orası bana; ‘Nuri şehit oldu! Sevdiklerinden birisini daha kaybettin!’ diyor. Bununla beraber buna ve Nuri’ye ve Nuri’den evvelkine, onların öldüklerine ve bir daha bir Nuri’nin dirilemeyeceğine katiyen inanmıyor ve diyor ki ‘Onlar muvakkat bir zaman için öldüler. Yine dirilecekler.’ Bu zeytinliklerin dibinde onunla beraber Şekip, İzzet, Reşat, Munip ve daha pek çok arkadaşlar yatmakta…
Yerime geldim. Yemek getirdiler. Her lokmada bu çocuk
hatırıma geldiği için yiyemedim. Dışarı çıktım. Biraz gezindim.. yukarıdaki
yere çıkarak nargile ve kahve içtim. Etrafa bakarak biraz kendimi avutmak
istedim. Fakat mümkün değil, kendim bile bunlardan izhar-ı acz ediyorum.[1]
[1]Gazilerin Dilinden Çanakkale, haz. Gülcan Tezcan, Yarımada Yayınları, İstanbul, 2007, s.136-139