Salı , Mart 18 2025

Piyade Mecmuası Arıburnu Muharebelerinin İlk Günü (Bir Bölüğün Harekâtı)

Nakleden: Kaymakam Bayraktaroğlu Rasim

Arıburnu ihracının ilk anına ait olmak üzere kıymetli bir vesika tesadüf eseri olarak elime geçti.

Bu mıntıkada ilk günden itibaren nihayete kadar cereyan eden bütün muharebelere iştirak etmiş pek çok vak’aların şerefli kahramanı bulunan bir arkadaşın hatıra defteridir.

Bunun (12/Nisan331) gününe ait kısmını Cumhuriyet ordusunun, hasseten genç zabitlerine ittihaf etmeyi faydalı gördüm.

Ve bu maksatla, çok mütevazi olan bu kahramanlardan bunun neşredilmek müsaadesini aldım. Bu işi yaparken defterdeki ifade tarzına tamamen sadık kaldım ve hiçbir değişiklik yapmadım, yalnız şunu kaydedebilirim ki, vak’a hakikatte nasıl cereyan etmiş ise o suretle kayıt edilmiştir. Bu hususta çok samimi davrandığına kanaat edebilirsiniz.

Tarafımdan yalnız şu ilaveler yapılmıştır:

Daha iyi takip edilebilmesi için iki kroki ilave ettim. Ayrıca da, okuyuculara bir kolaylık olmak üzere (Vak’ayı hatırlatmak ve başka kitap karıştırmak zahmetinden kurtarmak maksadı ile) Arıburnu mıntıkasına çıkan düşman kuvvetlerinin nasıl çıktıklarını ve buna mukabil bizim tarafın tertibatını hülâsa olarak kaydettim.

Vak’anın tetkikinden anlaşılacaktır ki; genç ve tecrübesiz bir zabit vekiline bu buhranlı vaziyette muharebeye ilk giriş bölük kumandanı sıfatı ile vakı olmuştur.

Harp tecrübeleri bize gösterdi ki, genç zabitlere bu gibi vazifelerin düşmesi ihtimali ve imkânı vardır. Damarlarındaki asil ve necip kanın ulviyeti, gençliğin verdiği yüksek şeref ve cesaretle birleşerek bu gibi müşkül anlarda genç zabitlerimizin Türk milletinin mukadderatını korumaktan ibaret olan vazifelerini hüsnü suretle ifa edeceklerine; kendilerinden beklenilen yüksek kahramanlıklar göstereceklerine itimadımız çok kuvvetlidir.

Bu vesile ile de genç zabitlerimize bir kere daha hassaten tavsiye ederim ki: Kendilerine itimat etsinler.

Arıburnu mıntıkasında düşmanın karaya çıkması şöyle vaki olmuştur:

Bu mıntıkaya General Birdwood kumandasında bulunan (Avustralya, New Zealand Kolordusu) memur edilmiş idi. Bu kolordunun ismini teşkil eden kelimelerin <<İngilizcesinin>> ilk harflerinin birleştirilmesinden hasıl olan (Anzak) ismi kullanılır.

Avustralya fırkası (10000) ve Avustralya New Zealand muhtelif fırkası ise (15000) insan mevcudunda idiler.

Karaya çıkmayı korumak içinde (Queen) amiral gemisi ile (London, Prensvallis, Triumph, Majestic) zırhlıları ile (Boksan) kruvazörü ve daha küçük tonda diğer gemiler tahsis edilmiş idi.

Anzak Kolordusu’nun büyük kısmının karaya çıkarılması gün ağarmadan karaya çıkarılacak olan örtü kıt’asının himayesi altında icra edilecek idi.

Öncüye tahsis edilen kıt’alar iki filoya bindirilerek Mondros’dan hareket etti. Nakliye gemilerine bindirilmiş olan büyük kısımda bunları takip ettiler.

(12 Nisan 1331), (25 Nisan 1915) saat 1.30’da Kabatepe’nin 5 mil garbında (1500) nefer sandallara bindirildi. 8 sandal bir bölüğü naklediyordu.

Kruvazörler tarafından çekilen bu sandallar Kabatepe’nin 1 mil şimalinde bir noktaya doğru yol aldılar.

Saat 3.30’da römorkörler salıverildi ve sandallarla sahile doğru yanaşmaya başladılar. Bunların gerisinde öncüye ayrılan kuvvetin mütebakisi olan (2500) neferi hamil bulunan muhripler geliyordu. Bunlara verilen emirde mümkün olduğu kadar sahile yanaşmaları tasrih edilmiş idi. Bu esnada mevcut bulunan kuvvetli bir akıntı bunları esas ihraç noktası olarak tayin edilen Kabatepe’nin biraz şimalindeki noktadan daha şimale sürüklediği bu nokta Büyük ve Küçük Arıburunları’nın arasındaki kısma tesadüf etmiş idi.

Saat 4.40’da ilk sandallar karaya yanaştı ve bu kısma tesadüf eden zaif sahil gözetleme postalarının ateşine uğradılar ise de karaya çıkmaya muvaffak oldular.

Bunlardan pek az bir zaman sonra yüklü bulundukları kıt’alarla beraber muhripler de sahile yanaştı.

Saat 5.30’da bütün öncü sahile çıkmış bulunuyordu ki, (1500+2500=4000) insandır.

Getirdikleri askeri kâmilen sahile döken muhripler süratle geriye döndüler ve yeni kafileleri tekrar aldılar ve sahile geldiler ki, saat 7.20’de yeniden 4000 insan daha karaya çıkarıldı. Saat 7.30’da sahile çıkan kuvvetlerin yekûnu 8000 insan oldu.

Saat 9.30’da yeniden ihraç başladı ve saat 14.30’da ihraç edilenlerin yekûnu 12000 insan 2 dağ bataryasına baliğ olmuştu.

Saat 15.00’de Anzak Kolordusu’nun ikinci fırkası da celbedilmiş ve bir buçuk saat sonra 16.30’da bu fırkanın ilk kademesi sahile yakınlaşmış bulunuyordu.

Arıburnu mıntıkasında bizim tertibatımız:

Bu mıntıkada 27’nci Piyade Alayı’nın iki taburu ile bir de dağ bataryası bulunuyordu. Bu taburun mıntıkası, sağı Azmak solu ise Kumtepe idi. Tabur bir bölüğünü Azmak’tan Küçüktepe yakınına kadar (ki ihraç bu bölük mıntıkasına vaki olmuştur.) Diğer bir bölüğünü Kabatepe, diğer bir bölüğünü de Kumtepe mıntıkasına vermiş. Bölüklerde kendilerine isabet eden geniş sahil mıntıkasına muhtelif tarassut postaları koymuş idiler.

27’nci Alay’ın diğer iki taburu (1 ve 3) Maydos’ta zeytinlikler içinde çadırlı ordugâhta bulunuyorlardı.

İhtiyat olarak bulunan 19’uncu Fırka’nın alayları ise şuralarda idiler:

Fırka karargâhı ve A. 57. Bigalı deresinde…

Alay 77 Maltepe’de, Alay 72 Maydos-Yalova yolunun şarkında Arıburnu’ndan karaya çıkan düşman kuvvetleri sahildeki zaif kuvvetlerimizi geriye atarak bir kol ile Yükseksırt-Sarıtepe-Kocaçimen. Diğer bir kol ile Merkeztepe-Kanlısırt diğer bir kol ile de Yeşil tarla-Kabatepe istikametinde ilerlemeye başladılar. Kocaçimen istikametinde ilerleyen kol (261) hizalarına; Kanlısısrt istikametinde ilerleyenlerde Kemalyeri’ne kadar yaklaşmışlardı.

Bu izahattan sonra nakledilecek hatıra defterini takip edebiliriz:

12 Nisan 1331

Gün ağarırken Maydos zeytinliklerinde bulunan iki taburumuz silah başı yaptı:

Saat (8)’e yakınlaşmış idi. Topçular sırtı üzerinde[1] yayıldık. Taburun ve alayın en sağ cenah bölüğü idik. Bizden daha sağda başka kıt’ada yok.

Birinci takımımıza yüzbaşı ayrı bir vazife vermiş. Bunları sağ gerimiz istikametine ilerlerken gördük.

Yüzbaşım Topçular sırtı üzerinde iki yerinden yara aldı. Ayrılırken bölüğün emir ve kumandasını bana bıraktı. Bu dakikadan itibaren 27’nci Alay’ın 12’nci Bölük kumandanıyım.[2]

Düşman üzerine ilk ateşi (1200) nişangâhı ile açtık. Bulunduğumuz arazi çok sık çalı ve yüksek fundalıklarla örtülü. Bunlar bizi istenildiğinden daha iyi bir surette gizliyorlar. Bu itibarla düşman ateşi doğru dürüst bir tesir yapamıyor. Bizim ateşlerimizde onlar için böyle olsa gerektir.

Çok vakit geçirmeden taarruza başladık, karşımızdaki düşman Kanlısırt istikametine doğru çekiliyor, biz de peşlerine düştük. Bu suretle daha iki sırt ilerlemiş idik.

Tabur kumandanımız avcı hattımızın arasında göründü ve bana: “Gittikçe sola doğru kayıyorsunuz. Düşmanın çekildiği istikamette gidişinizi doğru bulmuyorum. Cepheniz istikametine şu yüksek sırtın biraz daha şimaline doğru ilerleyiniz”[3]

Tabur kumandanı bu emri verdikten sonra şimdiye kadar bizim ile irtibatı bulunan sol cenahımızdaki 11’inci Bölük istikametine doğru gitti.

Tabur kumandanının gösterdiği sırta doğru ilerliyoruz. Bu istikametten hiç ateşe uğramadık.

Yeni hedefimize de büyük bir şevk ve gayretle tırmanmaya başladık. Kıdemli küçük zabit Üsküdarlı İhsan Efendi borucu Keçili köylü Hüseyin onbaşı vazifeleri icabı yanımdan hiç ayrılmıyorlar.

Bu iki arkadaş ile sırtın en yüksek noktasına pek yakın geldiğimiz zaman avcı hattımızdan 40-50 metre kadar ileride bulunuyorduk. Yüksek fundalıklar, bizi ve avcı hattımızı gözden çok iyi saklıyordu.

Bize doğru pek az gürültülerle avcı hattında ilerlemekte bulunan Sarı insanları pek yakın olarak gördüm. Bunlar çok kalabalık idiler. Gözlerim büyümeye başladı. Cenahlarını aradım. Göremiyorum. Çünkü nihayetsiz idiler. Dikkatimizi arttırdık.

İngiliz avcılarının biraz gerisinde ayrı bir hattın da ilerlediğini hep birlikte görüyorduk. Görebildiklerimizden bize en yakın olanları iki bölük kadar vardı.

Heyecanım çok fazla arttı. Göğsüm çatlayacak gibi oluyordu. Bu esnada sinirlerine hâkim olamayan borazanım birden bire tüfeğini bunların üzerine doğrultuvermesin mi!

Namlusundan yapıştım ve ateş etmesine mâni oldum.

Bu hareketimle, pek kolay olarak öldürebileceği bir insanı kurtarmış oluyordum. Fakat borazanın yapacağı bu iş çok ehemmiyetsiz bir iş olacak idi. Halbuki benim maksadım bunlara daha merhametsiz ve daha kanlı bir sürpriz hazırlamak idi.

Yavaş sesle, küçük zabit İhsan Efendi’ye şu emri verdim:

“Askeri çabuk ve gürültüsüz olarak benim bulunduğum hizaya kadar ilerlet.”

İtiraf etmek lazımdır ki, heyecan ve helecanımı çok güç muhafaza edebiliyordum. İngilizler sık çalı ve fundalıklar arasından bunlara alışmamış bir acemilikle yürüyorlar ve fakat emniyetle ilerliyorlardı.

Acaba bu emniyet kendilerine nereden geliyordu?…

Şimdi pek yakın olarak karşımızda bulunan bu kıta, kendilerinden evvel Kocaçimen istikametine ilerlemiş bulunan gruplarına mı güveniyorlardı?…

Yoksa bizim burada bulunuşumuz onlar için hiç ümit edilmeyen bir zamandan mı vaki olmuş idi?…

Artık ölmek ve öldürmek el ile tutulacak kadar bize yakınlaşmış bulunuyordu.

İşin mahiyet ve ehemmiyetini pek yakın olarak gören kıymetli küçük zabit, vazifesini kusursuz yaptı.

Efradımız pervasız ve kıvrak adımlarla sırtın, bizim için en müsait kısmına pek çabuk yerleştiler. Bu işlerle, benim İhsan Efendi’ye emir verdiğimden bir dakikadan az bir zaman sonra bitti. 160 silahla bize pek yakın bulunanlara anî ve cehennemi bir ateş açtık…

Mukabele etmeye imkân bulamaksızın yere yuvarlananların adedi pek çok idi. Kaçmak isteyenler de yüzü koyun ve belki de cansız olarak yere yuvarlanmaktan başka bir şey kazanamıyorlar idi.

Mevzii alabilenlerin şaşkın şaşkın ateşleri ise, maneviyatımızı takviyeye hizmet ediyordu.

İyi bir talim-i terbiyenin mev’ut olan mükâfatını topluyor idik. Ve bunun ile beraber de Arıburnu muharebeleri için Türklüğün lehine olmak üzere küçük bir muvaffakıyette kaydetmiş bulunuyorduk.

Düşman hatlarında, bozgunluk zamanlarına mahsus kahramanlar belirmeye başladı. Birkaç zabit ve nefer, ölüme hiç ehemmiyet vermeden vaziyetlerini düzeltmeye uğraşıyorlar.

Az bir zaman sonra birbirini müteakip meydana çıkan yeni kıtalarla da kırık ve bozuk hatlarını kuvvetlendirmeye ve çeki düzen vermeye başladılar.

Fakat sükûnetle yapılan şiddetli ateşlerimiz arzularını yapmaya engel oluyordu. En nihayet bu kırık hatlar grup grup yerleştiler. Ve adetlerinin çokluğundan dolayı ateşleri avcı hattımız üzerinde tesir yapmaya başladı.

Sağımdan solumdan yükselen iniltiler tüfek sesleri arasında boğuluyor. Şehit olanların metanet ve ibadetle hayattan ayrılışları muhitlerine hürmet ve intikam telkin ediyordu. Cephanelerini arkadaşlarına vakurâne teslim eden yaralılar, geriye doğru akıp gidiyorlardı.

Muharebenin tesiri artık bizim taraf için de kendisini göstermeye başladı. Dakikalar ilerledikçe mücadele bütün manası ile dehşet ve ehemmiyet peyda ediyordu.

Bu esnada tabur kumandanı çıkıp geldi.

Saatlerden beri neremde taşıdığımı anlayamadığım ve tahammül edilemeyecek derecede ağır olan yükümün birden bire sırtımdan kalktığını hissediyorum. Derin derin nefes aldım. Henüz yirmi yaşında bulunan genç bir zabit vekili için bundan daha büyük bir imdat kuvveti olamazdı.

Tabur kumandanı bana iltifatlarda bulundu ve düşmanın vaziyetini tetkike başladı. Vaziyetin lehimize olduğuna dair bir kanaati olmadığını yüzünden okumak mümkün oluyordu.

Bana şu haberleri verdi:

Diğer üç bölüğümüz, bizden 400 metre kadar sol açığımızda düşmanla şiddetli muharebeye tutuşmuşlar. Askerlerimizin hiçbir kayda tabi olmaksızın yaptıkları hücumlardan şikayetçi…

Ve bunu müteakip ilave etti:

“Düşman her halde denize dökülecektir.”

Gittikçe sararan yüzünden ve bakışlarındaki kuvveti kaybolan gözlerinden bir mana çıkarmak istiyorum.

Fakat bunun için çok düşünmeye ve sebep aramaya lüzum kalmadı. Zira sol kolunun hâkî kumaşı yavaş yavaş kızarıyor ve parmaklarının ucuna kan damlaları birikiyordu.

-Yaralandınız, dedim.

– Bu işi şimdi değil… Sizin bölüğe gelirken yolda oldu, cevabını verdi.

-Sıhhiye çavuşu diye bir defa seslenebildim. Beni susturdu ve hemen ilave etti:

-Asker benim yaralandığımı duymasın.

Avcı hattında beraberce bulunduğumuz yerden bir müddet düşman vaziyetini tetkik ettik. Bu tetkikin ne kadar devam ettiğini kestiremiyorum. Fakat kumandanımın her geçen dakika zarfında yattığı yerde bile takatsizliğinin çok artmakta olduğunu hissediyorum.

Bize karşı çok manalı ve müphem bakışları vardı. Anlıyordum ki, bizi bırakmak istemiyordu. Acaba vazifemizi başaramayacağımızdan mı şüpheleniyordu?…

Evet belki bu noktada kendi hesabına hakkı olabilir idi, zira: Daha bu sabaha kadar bizi çok genç ve tecrübesiz görüyorlardı. Evet biz tecrübesiz idik. Fakat…

Bunların hepsinin üstünde cesaret ve şeref kaynağı olan gençlik vardı. Yenilik ve tecrübesizliğimiz tehlikesi anlarda vazifelerimizi başarmaya bir mâni değil idiler. Biz nefsimize itimat ediyorduk. Ve bu itimat ile vazifelerimizi yapmaya muktedir olduğumuzu ispat edecektik.

Kumandanımı haddimden fazla tatmin ve temin etmeye uğraştım. Kahraman kumandanımın yavaş yavaş müsterih olmaya ve bize emniyet etmeye başladığını hissediyorum.

Biraz sonra sesi toklaştı ve bir kere daha azamet peyda etti. Ve şu emri verdi:

“Bulunduğunuz yerden kat’iyyen geri çekilmeyiniz. Ancak geriye bu mevkide hepinizin öldüğünü bildirecek bir haberci gönderebilirsiniz. Size mümkün olduğu kadar çabuk takviye göndereceğim.”

Bu emri müteakip bir neferin yardımı ile yavaş yavaş geriye dereye doğru inmeye başladı.

Tabur kumandanım gözden kaybolurken yüreğimin bir kere daha kanadığını duyuyorum. Zira şimdi bütün manası ile yalnız kalmış oluyorum.

Fakat öyle mi ya: Hayır… Hayır…

Muhafazası bana bırakılmış… ve bunun toprakları üzerinde kalplerini ruhlarını… ve tekmil mevcudiyetlerini bana bağlamış, saffet ve samimiyetleri ile pervasızca cenkleşen Mehmetçiklerim var………..

Çok küçük üniformamı taşıyan omuzlarıma ağır vazifeyi tekrar yükleniyorum. Zabitlik duygu ve gururlarımı ve hassaten vatan muhabbet ve sevgisini bir kere daha kuvvetle idrak ediyorum. Bunların verdiği kuvvet ve itimadı nefisle emir ve kumandayı tekrar üzerime alıyorum.

Fakat bu defa daha alışkanlıkla ve daha etraflı düşünüyorum. Evvelâ sol cenahımızda olan biten işleri anlamak istedim. Ve bu işe ehemmiyet verdiğim için küçük zabit İhsan Efendi kumandasında bir keşif kolu göndermeye karar, ve kendisine şu talimatı verdim:

“11’inci Bölük 400 metre kadar sol açığımızdadır. Onlarla göz irtibatı temin edinceye kadar açılacaksın. Bölüğümüzün bu cenahtan emniyetini de temin et. Gördüklerini ve yapmak istediklerini bana yazı ile yaz.”

İhsan Efendi çok dikkatli, değerli, anlayışlı ve itimada lâyık bir asker idi. Hemen harekete geçtiler.

Bulunduğumuz arazi şekli yarım ay şeklini andırıyordu. Avcılarımız da bunun üzerine aynı şekilde yerleşmişlerdi. Avcı hattının içindeki yerimden avcılarımızın büyük bir kısmını görüyordum.

İtidal ve sükûnetle ve dikkatle ateş ediyorlardı. İngiliz avcıları başlarını kaldırıp ateş edemediklerinden bütün hareketlerini kolaylıkla görmek mümkün oluyordu. İngilizler mütemadiyen takviye kuvveti almakta artık bizim için taarruz etmek imkânı kalmadı. Galiba şimdi sıra onlara gelmek üzere…

Cephemizden atılmaya cesaret edemeyen bu faik kuvvet bizi yandan vurmak için nihayetsiz bir surette boş olan sağ yanımızdan kolayca sarkmaya başladılar.

Bir müddet sonra ağızdan ağıza sinirleri gevşeten bir haber:

-Düşman sağımızı çeviriyor:

Ve bunu takiben ikinci takım kumandanı Medeni’nin sesini duydum.

-Şiddetli atış.

Tüfek sesleri birbirine karıştı.

Gayri ihtiyari yerimden fırladım ve Medeni’nin yanına koştum. Borazanım çağırmadan arkama takılmış.

Burada tekmil kudret ve kabiliyetimi sarf etmek lüzum ve mecburiyetini hissettim. En son olarak da hiçbir kayda tabii olmaksızın şahsımı da ortaya attım. Benim bu hareketimi gören askerlerimin gözleri parladı.

Anlıyordum ki: Benim biraz evvel tabur kumandanımı gördüğüm zamanki duygularımı yaşıyorlardı. Bu manzara çok vehem pek çok hazindi…

Burada yeni vaziyete göre tedafii bir koltuk yaptık. Artık avcı hattımızın bu cenahı geriye doğru olmak üzere hilâlin bir ucunu teşkil ediyordu. İkinci takım kumandanı Medeni’nin canlı ve yürekten kumandaları ve cüretli hareketleri askerleri üzerinde çok iyi tesirler yapıyordu.

İlerlemek isteyenleri yüreğimizin pekliği ve ondan aldığımız kuvvetle yaptığımız isabetli ateşlerle karşılıyorduk.

Fakat bu cenahtan gelen ateş çok kesif idi. Hattımızda pek fazla olarak kendini hissettiriyordu. Yavaş yavaş erimeye başladık. Bundan evvelki saatlerde dehşetli zannettiğim muharebemiz meğer ne kadar ehemmiyetsiz bir müsademeden ibaret imiş…

Soldaki takım da birden bire ateşini şiddetlendirdi. Sebebini anlamak üzere borazanı üçüncü takıma gönderdim. Az bir zaman sonra malûmat getirdi. (Düşman kıpırdaşıyormuş.)

İyi bir haber değil… demek ki hücum etmek istiyorlar. Medeni’ye tabur kumandanının emirlerini aynen tekrar ettim. Sükûnet ve metanetle dinledi.

Şimdi soldaki takım arasındaki yerime koşuyorum. Eski yerimi buldum ve düşman vaziyetini gözetlemeye başladım. Mütemadiyen takviye alıyordu.

Yanımdaki neferlere, İhsan Efendi’den bir haber var mı diye sordum.

-Hayır efendim, cevabını verdiler.

İhsan Efendi’yi bulmak üzere aynı vazife ile üç kişilik bir keşif kolunu o istikamete gönderdim. Bunlar az bir zaman sonra geri geldiler ve şu haberi getirdiler:

“İki yüz metre kadar sol açığımızda İhsan çavuş ile arkadaşları şehit olarak yatıyorlar. Yanlarında bir iki, biraz daha ileride birkaç İngiliz cesedi gördük. Biraz daha ileriden de düşmanın ateşi geliyor.”

Bunun üzerine bunları yüz metre kadar sol açığımıza emniyet postası olarak sürdüm. Bunlarla göz irtibatımız var.

Demek ki az çok emniyette olduğunu zannettiğim sol yanımız da tehlikeli imiş. Vaziyetimiz şöyle hulâsa edilebilir:

  1. Nisbet kabul etmeyecek derecede bizden fazla olan bir düşmanla burun buruna muharebeye girişmişiz.
  2. Cenahlarımız tamamıyla açık.
  3. Cephanemiz azalmakta ve buna mukabil zayiatımız çoğalmakta. Burada lehimize kaydolunacak ehemmiyetli bir nokta vardır ki, o da: Gayet sık ve yüksek olan fundalıklar ve ayrıca da bizim için çok müsait olan bulunduğumuz arazinin yarım ay şeklindeki hususiyetine sığınmaklığımız. İşte bu sayededir ki, düşman kuvvetimizin hakiki miktarını anlayamadı ve bunun neticesi olarak saatler geçtiği halde bize hücum edemedi.

Lehimize ait bu hususatı tamamlamak için, ilk defa olarak açtığımız anî ve şiddetli ateşi de kaydetmek icap eder.

            Saat öğleden sonra üçe yaklaşıyor. Tabur kumandanının emrini icraya başlıyoruz. Avcı hattımız çok seyrekleşmeye başladı. İşleyen 40-50 tüfek kaldı. Artık bizim burada ölmek üzere olduğumuzu bildirecek habercinin gönderilmesi zamanı gelmek üzere, fakat kimi göndermeli… Burada bir neferin bir manga kadar kıymeti var…

            Bu işi yürümeye muktedir yaralılara tevdi ettim. Geriye gidebilecek kudrette bulunan yaralı askerlere, alay kumandanını muhakkak bulmalarını ve vaziyetimizi anlatmalarını emrediyordum.

Artık manzara ızdırap verecek bir şekil almış idi. Bu sıralarda borazanım arkamızdaki dereden sür’atle ilerleyen bir askeri gösterdi. Efradın çoğu bunu tanıdılar. Bu alay kumandanının emir neferidir.

Yürekler nefesle doluyor, fakat bir türlü boşalmıyordu. Emir neferi biraz uzaktan sürünmeye başladı ve en nihayetinde yanıma geldi. Ve şu emri tebliğ etti:

“Alay kumandanı bulunduğunuz yeri müdafaa etmenizi ve bir neferin de geri çekilmemesini emretti. 57’nci Alay sağınızdan ilerliyor. 72’nci Alay’dan bir tabur arkanızdaki dereye kadar gelmiştir. Sizi takviye edecek.”

Alayın emir neferine ayrılırken (cephane istiyoruz dedim.) Bu emir ve haberi hemen avcı hattımıza tebşir ettim. Yavaş yavaş kaybetmek üzere bulunduğumuz şevkimizi, cesaretimizi tekrar kazandık.

Bize neşe ve hayat veren çok muhterem alay kumandanımıza tam bir itimat ile bağlıyız. Muktedir ve eski bir asker olan tabur kumandanımız bize alay kumandanından hürmetle bahseder ve (kumandanımızın malûmat ve idaresi çok yüksektir çocuklar) derdi.

Bize ümit veren bu güzel haberden sonra bir saat dolmak üzere… ne takviye geldi ve ne de 57’nci Alay görünüyor. Düşman ise yeniden kıpraşıyor. Bazen ümit ve bazen de ümitsizlik veren zaif avcı hattımızın tüfek sesleri artık kulaklarımı dolduramıyor.

Bir an geldi ki, bu sebatın felaketten başka bir netice veremeyeceği manasına delâlet eden bakışlara da tesadüf etmeye başladım.

Fakat ne yapabilirdik?… Zira bizim arzu ve kararlarımızın artık hiçbir kıymet ve ehemmiyeti yoktu. Çünkü bulunduğumuz yeri müdafaa etmek üzere emir almış idik… ve bunu alay kumandanı yeni olarak bir kere daha tekrarlamış idi.

Sebat… Sebat… ve nihayete kadar direnecek idik…

En nihayet sağ gerimizden gözlerimizi yaşartan kıpraşmalar görünmeye başladı. Eğer bu devirde mucizeye inanmak lazım gelse; bu, en büyük bir mucize idi.

Artık bu kâbus veren manzara süngülerimizle yırtılıyordu. Bu ilerleyenleri ve onların başındaki şahsın muazzez hüviyetini belki bütün dünya pek geç olarak öğrenecek ve tanıyacak…

Fakat biz ona daha şimdiden kelimenin tam manası ile iman ettik… fakat başlarımızı hürmet ve minnetle eğdik…

Deha ve cesaretin ortaya çıkardığı bu zafer müjdecileri durmadan ilerliyor… ve ilerliyorlardı. Biz bunları iştiyakla gördükçe hayat ve saadete kavuşuyorduk. Gözlerimizi siliyor ve tekrar tekrar silip bunlara bakıyorduk…

İhtiyar tarihin ölmez sahifelerine Türk zaferini kanları ile yaza yaza ilerleyen bu kahramanlar, tehalükle beklediğimiz 57’nci Alay ve bu mucizeyi yaratan da 19’uncu Fırka’nın kahraman kumandanı idi…

Artık ızdırap ve felaket saatleri düşmanlarımız hesabına işlemeye başladı. İngiliz hatlarında başlatan nihayete kadar korku kıpraşmaları görünüyordu.

Sağımıza hiçbir tesir görmediklerinden dolayı kolayca sarkmış olan 57’nci Alay’dan kuvvetli bir avcı hattı çok yüksek kahramanlıklarla ve sert hücumlar ile yerinden oynattı ve attı.

İngilizlerden, canlarını kurtarabilenler bir daha arkalarına bakmadan iki büklüm uzaklaşıyorlardı.

57’nci Alay’ın sol cenah bölüğü de aramıza karıştı. Zaif avcı hattımız ehemmiyetli ve azametli bir dehşet arz ediyordu. Evet… bu muhakkak idi.

Cephemizdeki düşman henüz ehemmiyetli bir tazyik görmeden çözüldü. Sık fundalar bu defa panikçilere yardım ediyordu. Düşman gözden kaybolurken ölüm yağdıran mekanizmalarımızın şakırtıları durdu ve avcı hattımız yerinden fırladı. Ve kaçanların peşine takıldık.

Üzerinde saatlerce boğuştuğumuz geniş sırtı aşarken, bu çetin boğuşmanın kanlı bilançosu düşman hesabına cidden pek feci bir surette cereyan etmiş olduğu görünüyordu.

Yüzlerce İngiliz çocuğu, topraklarımız üzerinde bir daha gözlerini açmamak üzere yatıyorlardı. Kanlı elbiseler içinde kıvrılmış matruş yüzler bize hem intikam ve hem de merhamet hisleri veriyordu.

Daha sık çalılarla örtülü bulunan Korkuderesi’nin başına geldiğimiz zaman sağ ilerimizdeki sırtlardan çok şiddetli piyade ve makinalı tüfek ateşleri ile karşılandık. Mevzii aldık ve bunlara mukabeleye başladık. Fakat ne fena idi ki artık daha ileriye gidemiyorduk. Buradan denizin kıyısını da görüyorduk. Kıyıda hiç eksik olmayan motor ve salapuryalara da 2000 nişangâh ile ara sıra ateş etmeyi de ihmal edemiyorduk.

Bugün güneş batıya ne zaman geçmişti. Bunu hiç bilemiyorum. Her taraf ve sular karardı. Gece karanlığı tamamen çökmeden, sağ kalanlarımız pisküvit, et konservesi ve reçellerle midelerini teskine uğraşıyorlar ve İngilizlerin bize bıraktıkları bu gıdaları hesapsız ve gramsız olarak istihlâk ediyorlardı.

Birinci gün ki muharebelerimizin gecesi de durmak bilmeyen ateşlerle geçti. Sabahın alaca karanlığında alayımıza iltihak etmek üzere emir aldık.

Zabit namzedi Medeni, bölüğü Kesikdere’nin yatağında topladı. Ben borazan ile biraz açıkta duruyordum.

Evvela bir emir: Eş tut.

Yorgun bir kumanda… Sağdan say…

Zaif sesler… Bir… iki… üç… ve en nihayet on sekiz tek… bundan sonra derin bir sessizlik…

13 Nisan 1331

Tabura, bölük kumandanı sıfatı ile vereceğim ilk tahriri yazımın muharebe raporu olması mukadder imiş. Bunun zayiata ait maddesini hatıra defterimin bugüne ait kısmının baş tarafına yazmadan geçemeyeceğim.

Madde 4 – Bölükten dünkü muharebeye iştirak eden 164 neferden bugün mevcut olanları 35’tir. Şehit ve yaralıların miktarını ayırt etmek mümkün olamadığı arz olunur efendim.

A. 27. Bl. 12.

K. V.

Mucip


[1] Bilâhare (Kemalyeri) namını almıştır.

[2] Bir zamanlar taburların dördüncü bölükleri de piyadedir.

[3] Bu sırta bilâhare Edirne sırtı ismi verilmiştir.

Ayrıca Kontrol Et

Çanakkale Savaşı’ndan Günümüze Ulaşan Tek Gemi: HMS M33

Yazan: Onur KUŞKU Avrupa ana karasında başlayan Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) çok geçmeden geniş coğrafyalara …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.