ÇANAKKALE’DE

Yayına Hazırlayan: Göktuğ KÜÇÜKÇOBAN

Sabahın alacakaranlığı içinde Gelibolu’nun ilk ışıkları görüldü. Solumuzda Çardak, Lapseki küçük noktalar halinde beliriyorlar. Güverte yolcularından güler yüzlü bir ihtiyar, yanıma sokuldu:

  • İşte bak, dedi. Muhammediye’yi yazan Ahmet Bican aha şuracıkta, iki taş kovuğu arasında yatar. Mübarek zattır. Himmeti hazır olsun!
  • Ah babacığım, dedim. Burada yatanların hangisi mübarek değil ki… Sade Ahmet Bican’ın mı ya, hepsinin himmeti hazır olsun!

İhtiyar boynunu büktü:

  • Onun orası öyle. Ben bir karşı ki tepelerde, dağ parçası gibi iki evlat gömdüm.

Soruyorum, şehit babası birer birer gösteriyor:

  • Akbaş derler, bunun burasına. İlerisi Bigalı Kalesi, ondan öte Kilye. Dur, dur… İşte Çanakkale de göründü.

İhtiyarın parmağını uzattığı yerde, bulutu andıran beyaz bir ufuk parçası vardı. Bu ufuk parçası gitgide bir çember oldu. Ve nihayet Çanakkale, sisli bir gece içinden sıyrılır gibi tarihi kalesi, mini mini iskelesi ve taştan evleriyle karşımıza çıktı.

Yirmi şu kadar yıl evvel dünyanın bin bir diyarından toplanmış düşmanlara karşı, toprak siperler içinde çelikten daha sert bir müdafaa harbi yapan Mehmetçiğin, baştanbaşa kanıyla suladığı topraklardayız artık!

Haftalardan beri Avrupa diplomatlarını yaylı koltuklarında sıçratan meşhur Çanakkale… Şairin, “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda!” dediği yerler. Mesela, işte şuracıkta Nara Burnu, denize bir kedinin ince dili gibi uzanmış! Ve sonra, sağda solda her karışında belki bin aslanın çürümüş kemikleri dinlenen irili ufaklı tepeler görüyorum. İşte Hastane Bayırı ve ondan biraz evvel görünen Mecidiye tabyaları…

Karşıda hayal meyal seçilen Seddülbahir, Kilitbahir. Onları, bizim olan ve bizim kalacak her şey gibi adeta kıskanarak seyrediyorum.

Sevincimden içim içime sığmıyor:

  • Mehmetçik, diye seslenmek istiyorum. Bak, senin kanından gelenler, uğranda bunca kan döktüğün yerlerin yeniden bekçiliğini ele alıyorlar.

Bunda en büyük şeref payı senindir. Muahedelerin birbirine ekleyemediği toprak parçaları üstüne mutlaka birkaç damla kan dökülmelidir. Sen ise bu topraklara, damla damla değil, denizleri taşıracak kadar kan akıttın. O kanların, taş gibi katılaşan hamuru üstünde yeni Çanakkale’nin çatısı nasıl yükseldiğini görmek istemez misin?

Çanakkale’de hemen hiç durmadım. Foto Hilmi ile birlikte bir otomobile atladık. Eski tabyalara doğru çalılıkların, dikenlerin kapattığı yollardan aşarak gidiyoruz. Harap bir köprüyü geçtikten sonra Hamidiye tabyaları… Ve şimdi bir yığın iskeletten ibaret kalan hey gidi 24’lük toplar! Bir zaman, bütün milletin varlığı, sizin namlularınızın ucuna takılı idi. Karşımda duran bu harap olmuş, susturulmuş, ihtiyarlaşmış toplar bana öyle geldi ki, içine toprak dolan ağızlarıyla, gelip geçenlere; cephelerde saç sakal ağartan eski muharipler gibi:

  • Görüyorsunuz ya, diyorlardı. Biz vazifemizi yaptık. Bundan sonra bizim yerimize çocuklarımız dövüşecekler!

Bir aralık kendi kendime:

  • Bu toprak geçitleri, o ateş saçan ejderha gibi zırhlıları, nasıl olup da geçememişler! Diye düşünmüştüm.

Fakat sonra; Türk’ün tek başına, nasıl “bütün cihana bedel” bir varlık olduğunu hatırlayarak şehit Mehmetçiğin aziz ruhunda af diledim. Çanakkale’yi ve Çanakkale yoluyla İstanbul’u ve hatta dolayısıyla Türklüğü kurtaran sanki Türk neferinin bütün cihana bedel oluşu değil miydi?  Öyle geliyor ki, iki manga topçu neferi şu tepenin üstüne çıksın, tek batarya topla yeniden bütün dünyaya karşı koyabilir! Hamidiye tabyalarından sonra otomobil bizi Mecidiye tabyalarına götürdü. Bu tabyalarda top filan yoktu. Yalnız, üzeri örtülmüş birtakım harap mevziler kalmıştı. Biraz yol aldıktan sonra Çanakkale’nin yüksek tepelerinden birine kurulan rasathane göründü. Nara Burnu’na doğru yol alırken, sahilde birbiri üstüne yığılmış demir parçaları gözüme ilişti.

  • Nedir bunlar, diye sordum.

Şoför, dudak bükerek anlattı:

  • Ne olacak? Batan düşman gemilerinin leşleri. Bir hayli uğraştılar ama çıkarmadılar. Buralarda deniz çok derin. En kuvvetli tahliye gemileri bile apıştı kaldı!

Çanakkale civarı adeta bir harp müzesi. Adım başında kanlı bir iz yahut ki şanlı bir zafer hatırası göze çarpıyor.

İşte yalçın bir kayanın bağrına kazılan gün…

18 Mart 1915

Ve işte Balkan Harbi’ndeki Mondros Deniz Savaşı’nın şehitleri için dikilen mermer abide. Mesudiye zırhlısının şehitleri de burada, eski arkadaşlarıyla koyun koyuna yatıyorlar. Şehitlerin adlarını okuyorum; Ereğlili Ahmet bin Ahmet, Maçkalı Nuri bin Ahmet, Fatsalı Süleyman bin Mustafa… Ve böyle yüze yakın meçhul asker!

Şoför, bir demir kapak kaldırarak içini gösterdi:

  • İşte, burada da kemikler!

Sonra eğilerek içeri baktık. Bunlar arasında bir de kafatası vardı. Bilinen bir şey uğruna adı dahi bilinmeyen toprağa giren sevgili Mehmetçiğin kafatası!

Hilmi fotoğrafı çekerken ben de ona bakıyordum. Henüz dişleri bile tamamıyla dökülmemişti. Sanki adını çağıracak olsam, iki ellerini “hazır ol!” vaziyetinde yana alarak, mahmuzlarını şakırdatacaktı.

Hiçbir ölü kafası bu kadar sevimli olamazdı. Oyuk göz kemiklerinin içinden bana müsterih, tatlı, halinden memnun bir bakışı vardı.

Bu kafa, Çanakkale’de kalan birkaç yüz bin Mehmetçiğin kaybolmuş kafaları namına dile gelse, hiçbir faninin kulağı onu dinlemeye tahammül edemez! Hayır, bu bir ölünün kafatası değil, Türk milletinin varlığını ve ölmezliğini ilan eden bir müjdecidir. Kafasını seve seve veren Türk’ün, şimdi boş kalan dalında, bir yeni yemiş çiçekleniyor.

Dünkü Mehmet, mezarında rahat uyu! Senin bekçiliğini yapan bugünkü ve yarın ki Mehmetler var!

Çanakkale’ye döndüğümüz zaman ortalık kararmıştı. Güneşin son ışık artıkları, enginliği büsbütün artan Boğaz denizi üstünde, yarın yine bu sahillerde, eskisinden daha parlak bir güneşin doğacağını haber veriyor.

Baştan Başa Bir Mehmetçik Abidesi

Bütün Gelibolu Yarımadası’nı Kilitbahir’den Anafarta’ya kadar dolaştım. Bugün Çanakkale’ye dönüyorum. Kilitbahir’da bir şehit karısı bana:

“Dört çocuk yetiştirdim. Dördünü de Çanakkale için hazırlıyorum” dedi. Birdenbire etrafımı köylülerle örülmüş buldum. Hepsi de ordunun Çanakkale’ye ne günü geleceğini soruyorlardı.

Civar köyleri dolaşırken, köylünün hararetle hazırlık yaptığını gördüm. Maydos’tan Kilya’ya gelirken, yollarda haber bekleyen köylüler otomobilimizin yolunu kestiler. Bizden muahedenin imzalanacağı günü sordular. O gün Çanakkale’de bulunacaklar için bize danıştıklarını ilave ettiler.

Foto muhabiri Hilmi ile birlikte Gelibolu harp sahasını baştanbaşa gezdik. Conkbayırı’nda Atatürk’ün tek başına hücuma kalktığı Kemalyeri’ni, Kanlısırtı, Arıburnu’nu, Kabatepe’yi, ihraç hareketlerinin yapıldığı sahayı, Mehmet Çavuş abidesini, İngiliz, Avustralya mezarlıklarını ve nihayet süngü muharebelerinin yapıldığı siperleri gördük. İngiliz mezarlıklar memuru Welington, bana Mehmet Çavuş abidesini göstererek dedi ki:

“Bunu metre ile ölçmeyin. Bu kısa taş parçasının ölçülmez değeri vardır. Sizin her Mehmetçiğinize bundan bin kat yüksek birer abide kurmuş olsanız yine Türk neferinin şerefli hatırasını göz önünde canlandırmak mümkün olmazdı. Gelibolu Yarımadası, baştanbaşa sizin abidinizdir.”

Kemalyeri’nde şöyle bir levha okudum: “Atatürk 10 Ağustos 1915’te harbi buradan idare etti.”

Çanakkale Öyle Bir Kitap Ki…

İki değerli jandarma subayımız, Nuri ve Mümtaz bize arkadaşlık ediyor. Çanakkale’nin ilerisinde, eski boğaz kumandanlığının karargâh kurduğu sahayı geçerken Nuri Bey, arabayı durdurdu:

  • Cevat Paşa, 18 Mart büyük deniz harbini, işte şu sırtın arkasından idare etmişti!

Harp, belki korkunç şey fakat şüphe yok ki hiçbir korkunç vaka fanilere bu kadar heyecan veremez.

Topraklarımızda geçen, bu kanlı çarpışmaların safhaları, hele bir bilgili subay ağzından büsbütün başka bir mana alıyor.

Harpten nefret edenler bile, onun sırasında son derece mukaddes bir vasıta olduğunu teslim etmeye mecburdurlar. Biz ki, müdafaa harplerinin en çetinini Çanakkale topraklarında yapmış bir milletiz. Gerektir ki her gün bir tarih dersi gibi birçoklarımıza bu yakın harbin hikâyelerini anlatalım. Yeni yetilenler içinde dünkülerin, bugünkü ve yarını kurtarmak için nerede ve nasıl dövüştüklerini bilmiyorlar. Bir gün, kendilerini de bölye bir vatan vazifesi ile karşılaşınca belki şaşarlar.

Çanakkale öyle bir kitap ki, bin sene sonra açılsa o devrin dili yazılmış gibi kolaylıkla okunur ve anlaşılır.

Kepez köyünü arkamızda bıraktıktan biraz sonra Dardanos tabyalarına geldik. Ama eski adıyla Dardanos. Yıllardan beri o tabyaların dizleri dibinde, iki aslan yürekli delikanlı yatıyor. Bu delikanlılardan biri Hasan, öteki Mevsuf. Hasan teğmen, Mevsuf da Asteğmen.

Düşman donanması, sahile gittikçe yaklaşıyor. Ateşleri o kadar müessir ki sahayı hallaç pamuğu gibi delik deşik ediyorlar. Hasan ile Mevsuf, tarassut yerinden düşman gemilerini gözetleyerek, mukabil ateşlerini ona göre tanzim etmeye çalışırken, insafsız bir mermi yağmuru altında kalıyorlar. Hasan, Mevsuf ve onlarla birlikte daha sekiz er şehit oluyorlar.

Bana gösterdikleri dağ başında, etrafı beyaz taşlarla çevrilmiş mezar işte bu yiğitlerin, ölmezlik mertebesine erdiklerine taşların belagati ile gelip geçenlere anlatıyordu.

Eski Dardanos’u Hasan Mevsuf yapan bu iki delikanlı, yalnız bir ad değiştirmekle kalmadılar elbette. Sırası gelince, yıpranmış bir tarihin kötü talihini de değiştiren gene bu Hasanlar, Mevsuflar değil mi? İşte Cevat Paşa tabyası ki, Çanakkale Harpleri’nde gördüğü hizmetleri, anlata anlata bitiremiyorlar.

Erenköy’ün içinden geçerek ilerliyoruz. Bizim İstanbul’un Erenköyü’ne, adından başka benzeyen tarafı yok. Fakat oldukça temiz ve bakımlı. Tarlalarda harman döven kızlar, şaşkın ve utangaç bakışlarıyla bizi süzüyorlar. Biraz ilerde, geniş bir palamut ormanına girdik. Artık Ezine yolunda değiliz. Gitgide yükseliyoruz. Nefis bir reçine kokusu ile ciğerlerimiz dolup dolup boşalıyor. Palamutlar bitti, şimdi güzel bir çam ormanı başladı. Karşımızda İmroz Adası… Sağımızda Kumkale… Çanakkale Boğazı’nın bu yüksek çamlıktan görünüşü, iki yanı oya ile işlenmiş bir ipek mendili andırıyor.

Üzere ince ince kırışıklarla dolan bir mendil ki lâvanta yerine onu sanki reçineye batırmışlar. Buradan esen hava, bir ölüyü bile belki diriltebilir.

Kumkale’ye, Fransızların bir aralık nümayiş mahiyetinde yaptıkları ihraç hareketinin inkişaf etmeye vakit bırakılmadan uzun uzadıya anlattılar. Böyle gide gide meşhur İntepe’ye vardık. Eski topların başında fotoğraflarımız çekilirken subay Nuri, bir aralık kısa bir düşünceye dalarak arkadaşı Mümtaz’a anlatıyordu:

  • Harbin en çetin günlerinin birinde, yalnız bir kilometrelik sahaya 90 bin mermi düştüğünü hesaplamışlardı.

Zannedersem, Alçıtepe, Kabatepe, Anafarta Muharebeleri devam ettiği sıralarda idi!

O bunları söylerken, gülüyordu. 90 bin mermi! Rakamlar bile işin içine Türk girince bazen ne kadar oyuncaklaşıyor değil mi?

Kumkale, Halileli köyü yoluyla Çanakkale’ye dönerken, iki genç subay hiç şüphe yok ki, kendinden yaşlı kardeşleriyle babalarının bu topraklar üzerinde nasıl dövüştüklerini düşünerek yakın tarihin şerefli hatıralarını yeniden yaşıyorlardı.

Onları, düşüncelerinden ayırmak için biz de sustuk.

Salâhaddin Güngör[1][2][3]


[1] Tan Gazetesi, 21 Temmuz 1936, s.7.

[2] Tan Gazetesi, 22 Temmuz 1936, s.8.

[3] Tan Gazetesi, 23 Temmuz 1936, s.10.

Ayrıca Kontrol Et

ÇANAKKALE MERKEZ HASTANESİ’NİN BOMBALANMASI

Yayına Hazırlayan: Ömer GÖN Her savaşta olduğu gibi cephede bir tarafın öldürmeye çalışması ve cephe …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.