Yayına Hazırlayan: Büşra ADIYAMAN
Çanakkale Muharebeleri’nde Türk askerlerinin Mustafa Kemal Bey ile yaşadıkları hatıra, Cumhuriyet Gazetesi’nde şöyle neşredilmiştir:
Conkbayırı Muharebelerini verdiğimizsıradabütün yurdun da hali fena idi. İstanbul’da tava ekmeği yediğimiz, zeytinyağına pamuk dikip ders çalıştığımız devir. Şimdi bu size anlatacağım hikayeyi daha iyi kavrarsınız.
Biz Conkbayırı’nda dünyanın en acayip muharebelerini veriyorduk. Günün yirmi dört saatinde top, tüfek sesleri oralarda hiç durmuş mudur? Ben ilk harbe girdiğim zaman, öyle bitmez tükenmez bir abdest atmak ihtiyacıyla karşı karşıya geldim. Korkudan altını tutmamış diyeceksiniz. Ay şu korku lakırdısını hemen bir tarafa bırakalım. Neden derseniz, ovanın korku ile münasebeti vardır. Orada insandan evvel en olunmaz yerinden yara alıp ölen korku merhumudur. Sağda solda ölüm adeta şaka gibidir. Filan yüzbaşı sizlere ömür deyiverirler. Falan hendekte, yüz kişi, kara torpil ile gömüldü denir. Oracıkta bir bitirim yeri vardı. Her gün altmış kişi, nöbetçi nizam karakollarından oraya gitmeğe ve doğrudan doğruya ölmeye mecburdu. Sabahleyin, erkenden bir ses, silah başına! Diye bağırır ve o adamlar:
-Hizaya gel! Kumandasıyla eşinerek sıralarına dizilirler ve:
-Rap! Rap! Diye ölümün üstüne açıkça yürürlerdi. Vallahi gidenlerin yüzlerinde en küçük bir esef bile görmüş değilimdir. Giderler, bir daha gelmezlerdi. Maltepe endaht mektebindeki sıkı ve sert talimden sonra, ter bıyıklı, dört kaşlı delikanlılar oraya can atarlarken can vermek icap ettiğini, Çanakkale Muharebesi’nin ne demek olduğunu ala ve rana bilirlerdi.
Conkbayırı’nda Mustafa Kemal Bey bize bir gün alay bayraklarını açtırdı. Cihan alemi ayağa kaldırdı. Doğrudan doğruya düşman hatlarına sürdüydü. Ne mevzi muharebesi ne tam siper, ne çukur içi falan… Öyle ayağa kaldırdı, düşmanın topunun tüfeğinin bile bu işe ağızları açık kalmıştı. Bir Alman makineli bölüğü, ihtisas ve maharetlerine binsen oraya yerleştirilmek istenmişti de onlar o badireyi görünce:
-Buraya ne mitralyöz yerleşir ne de burada böyle bir harp olabilir diyerek, katırlarını çekince gerisin geriye çekilip gitmişlerdi. Harbi ehline bırakarak… Zaman ve mekanı bir tarafa koyup dövüşen, alimallah, bir bizizdir!
Arıburnu’ndaki bir ihraç iskelesinin üstünde bizim Mülazım Ahmed Ağa’nın bir mantel topu vardı. Bu topun vazifesi bu iskeleyi uçurmaktı. Bir güllede; ikiye kuvvetimiz yetmezdi, o yıkar, onlar da sabaha kadar mutlaka tamir ederlerdi. Fakat ne de kısa söylüyorum değil mi? Ahmed Ağa topunu iyice gizlemişti. Akşam olup, ilk yıldızlar kendini gösterince o topunu doldurur, nişanını alır ve derhal yapıştırırdı. Sen misin bu topu atan, denizden gemiler, adam boyu gibi güllelerini zenginin hesabı mı olur, savururlar, aşağıdan feryat ve figan eflake çıkarken karadan da çılgıncasına veriştirirlerdi. O kadar aramadan taramadan sonra artık orada şeytan bile barınamaz derler, yeniden iskelelerini tamir ederlerdi. Fakat Hamilton’un raporunda da söylediği gibi:
-Ne çare, oraya Türk yapışmıştı. Onu oradan çıkarabilecek dünyada bir kuvvet yoktu!
Conkbayırı Muharebeleri’nin devam ettiği günlerde bir gün bir akşamüstü bir arkadaş bana şöyle bir haber yollamıştı:
-Gelirsen hoşuna gidecek bir ikramım var.
Gittim. Neferinin çalı çırpı toplatmaya göndermişti.
Şöyle bir çukurca yere iki taşın arasına koydular. Üstüne de bir çay ibriği. Bir bardak çay ne demekti. Şeker nereden bulunur, çay nasıl ele geçirdi ki… Tatlı diye günlerdir kurtlu fındıkla kuru üzüm veriliyordu. Makbule geçecek hediyelerin en güzeli çaydı. Sıcak, kokulu, İstanbul’dan gelmiş, çay… İbrik kaynaya dursun, nefer üflemede, biz de iki arkadaş sırtlarımızı toprağa dayayarak tatlı tatlı konuşuyoruz. Birden bir ses, tıpkı namlusu kızmış mitralyözlerin sesini andırır bir ses, akşam karanlığının içinden haykırdı:
-Düşmana ipucu veren eşşekler!
Bu onun sesi idi. Çanakkale müdafinin, Mustafa Kemal Bey’in sesi idi. O kırbaç şaklar gibi, o ne kılıçların şakırtısı gibi bir sesti.
Bizim böyle bir hatıramız var. Bir gece, olmaz bir hafiflikle düşmana ipucu verdiğimiz için bizi paylamıştı. Öyle ya, eşşekçe düşmana yerimizi göstermiştik. Allah’ım, o bizi nasıl paylamıştı!
Sağda solda sokurtular, homurtular var. Çat pat tüfek sesleri geliyor. Gökler kapalı, şimşekler çakıyor. Derinden derine top sesleri… Düşman mevzi alıyor. Görmeyen göz kör, sezmeyen yürek sersemdir. Onun sesi haykırıyor:
-İpucu veren eşşekler!
F. Celaleddin[1]
[1] Cumhuriyet Gazetesi, 21 Haziran 1947, s.4.