
Yayına Hazırlayan; Göktuğ KÜÇÜKÇOBAN
Çanakkale
Düşman Donanması Boğaz’ı Yarıp Geçebilir Miydi?
Çanakkale Harbi, Türk milletinin mukadderatı üzerinde bir dönüm noktasıdır. Bu zafer yalnız dünya harp tarihlerine Türk’ün irade ve azim ve yüksek şehametine kabiliyetlerinin bir şaheseri olarak intikal etmekle kalmamış, gene dünya milletleri için daima güdülecek bir iz, bir örnek olmuştur. Bu itibarla Çanakkale’den, Çanakkale zaferinden, Anafarta mucizesini yaratan milli kahraman ve reisten bahseden her hatıra ve her vesikanın tarih bakımından büyük bir ehemmiyeti vardır.
Harbin başından sonuna kadar Çanakkale’de İngiliz donanmasının Erkân-ı Harbiye Reisliğini ifa eden Amiral Sir Roger Keyes de şimdi hâtıratını neşretmeye başladı. Bu hâtıratın Çanakkale Harbi’ne ait olan parçalarını bugünden itibaren neşir ve tefrika ediyoruz.

1915 senesi Şubat’ında Gelibolu’da patlayan mermiden 1916 senesi ikinci kanunda (Ocak ayı) atılan son mermiye kadar arada geçen bütün o muharebe devresinde hep orada hazır bulundum. Sıfatım, deniz harekâtını birbirini müteakip sevk ve idare etmiş olan üç Amiralin Erkân-ı Harp Reisliğini yapmaktı. Çanakkale’de istihkâmatın tehlikesi pek izam edilen gizli havan toplarını ateşi altında saatlerce kaldım. Gemilerin mayın ve torpille battıklarını gördüm. Gelibolu’da, Troya muharebelerini hatırlatan sahil muharebatını ve onu takip eden ve binlerce askerin hayatına mal olan büyük harpleri seyrettim. Gelibolu’da gerek ileri mevzilerdeki hidematı umumiye efradı ve gerek cephede harp eden efratla sıkı temasta bulundum.
Boğaz İstihkâmlarına Taarruz
Üç mukavemetsiz tahliye hareketini seyrettim ve teşkilatıma yardım ettim. Maksadım şunu kayıt ile tespit etmektir: O zaman şüphe etmedim, şimdi de zerre kadar şüphe etmem. – Ve hiçbir şey hiçbir aman kanaatimi sarmayacaktır – ki 4 Nisan 1915 tarihinden sonra donanma Boğazları geçebilir ve ordunun duçar olduğu zayiata nispetle hiç mesabesinde addedilebilecek zayiatla zafer kazanabilir. Türk-Alman donanmasını imhaya kâfi bir kuvvetle Marmara Denizi’ne girebilirdi. Yapılacak harekât gerek Gelibolu’da gerekse Anadolu kıyısında bulunan Türk ordularının muvasalatını kesecek ve harbin bütün safahatı üzerinde kat’iyen müessir olabilecek bir zaferle neticelenecekti.
1915 Martı’nın 18’inci günü, bizim için fevkalâde müsait hava şeraiti dairesinde Boğaz istihkâmlarına karşı taarruzumuz başladı. Vaziyetten memnundum. Büyük bir ordu bizimle birlikte hareket etmek üzere toplanıyordu. Amiral Carden’in ilk talimatındaki takyidat kaldırılmıştı. Amiral Robeck hemen de serbest bırakılmıştı. Asıl iş ne zaman başlanılacağını tayin etmekti. Bu mevsimde ziya şeraiti istihkâmlara taarruzu ancak geç vakit müsait olabiliyordu; müsait zaman dış istihkâmlar için olduğundan daha geç hulûl ediyordu. Fazla cephane sarf edecek vaziyette olmadığımız gibi ne havadan ne de cenahtan tarassut tertibatına malik değildik; onun için istihkâmlar gemilerden epeyse görülünceye kadar beklemek icap ediyordu. Bunun da öğleden evvel saat 11’den evvel mümkün olmadığını bit-tecrübe biliyorduk.
“Inflexible” ve “Irresistible” Torpillendi:
Saat 10.30’da harp gemileri Boğaz’a girdiler; yanlarında muavin botları ve Wear muhribi vardı; önlerinde Colne ve Chelmer muhripleri torpil tarayarak gidiyorlardı. Muhripler ve saff-ı harp gemileri istikamete gelince havan ve sahra topları doğrudan doğruya ateş açtılar. Seyir üzerinde bulunan saff-ı harp gemileri, ateş edecek bir şey gördükçe hafif toplarıyla mukabele ettiler.

Öğleden sonra saat 1.45’te hemen bütün istihkâmlar susturulmuştu. Fransızların Gan Jois[1] ismindeki saff-ı harp sefinesi idi. Bu gemi ağır bir mermi ile su kesiminin altından fena halde delinmişti. Fransız saff-ı harp gemileri ilk olarak sahile yaklaşıp A hattının gemilerini dövmesine rağmen hasardan masun kaldıkları anlaşılan istihkâmlar, uzun sükûttan sonra tekrar ateş açtıkları zaman, itiraf edeyim ki iyi himaye edilmeyen Fransız gemileri için biraz endişe ettim. Böyle olmakla beraber bu gemiler çok iyi harp ettiler ve bu suretle, istihkâmları istediğimiz zaman susturabileceğimizi ve onlara hâkim olacağımızı, müthiş bir ateş teatisinden sonra bir kere daha ispat etmiş olduk. Öğleden sonra saat 4.11’de, Inflexible sancak tarafındaki mayına çarptığı haberi verildi. Sancağa epeyce meyletmiş ve pervanesi batmış olduğu halde saff-ı harbi terk etti ve Boğaz’dan çıkıp Bozcaada yolunu tuttu.
Sahil Bataryaları İçin Bir Hedef:
4.14’te Irresistible zırhlısının yan yattığını ve sancak tarafına yeşil bayrak çekildiğini gördük. Geminin sancaktan torpillendiği anlaşılıyordu. İşaretlerimize cevap alamıyorduk. Geminin hareket edemeyecek bir halde olduğu anlaşılıyordu Bunun üzerine Amiral, Wear muhribine yanaşıp vaziyeti anlamasını emretti. Aynı zamanda, mümkün olduğu takdirde Boğaz’dan çıkıp gitmesi Irresistible zırhlısına ve eğer lazımsa gemiyi yedeğe almasını da Ocean zırhlısına işaretle bildirildi. Wear muhribi geminin bordasına yanaştı. Biraz sonra hıncahınç adamla dolu olarak döndüğünü hayretle gördük. Saat 4.50’de gemi Queen Elizabeth’e yanaştı; içinde yirmi sekiz zabitle 82 nefer vardı; içlerinde yalnız bir kumanda zabiti vardı; bu da bir kıdemli yüzbaşı idi. O da Irresistible mayına çarptığını ve kumandanın ve diğer kumanda zabitlerinin on tane seçme gönüllü ile birlikte gemide kaldıklarını haber verdi. Gönüllü efrat, gemiyi terk için hazırlamak ve halat vermek hususlarında zabitana yardım edeceklerdi.[2]

Üst Üste İki İnfilâk Her Şeyi Bitiriyor!
Düşman, geminin feci vaziyetini görünce uzun müddetten beri susmuş olan mutavassıt saha bataryaları üzerine ateş açtılar. Wear mürettebatından bir kişi öldü, on sekiz kişi yaralandı. Irresistible zırhlısı kurtarmak icap ediyor; Amiral, Wear muhribine gidip bir icabına bakmama müsaade etti. Irresistible’e yaklaştığım zaman geminin üst üste altı pusluk dört mermi yemiş olduğunu gördüm. Bu mermiler seri bir teakupla 8 numaralı bataryadan atılmıştı. Bu bataryanın beş topundan yalnız biri istimalden sakıt olmuştu; İntepe’deki yeni bataryanın altı pusluk üç topu da iyi görüyordu.
Wear muhribinin saat 20.30’da bordasına altığı Irresistible’de hiç hayat eseri göremedim. Gemi saff-ı harpten çıkalı bir saat olmuştu; Ocean’ın da onu yedeğe almaya hiç niyeti yok gibiydi; onun için İrresistible süvarisinin gemiyi terk edip Ocean’a geçmeye karar verdiğine hükmettim. Bu tahminim biraz sonra teeyyüt etti. Bu şerait dâhilinde süvarinin isabet ettiği kanaatindeyim; zira zabitan ve efradını düşman ateşine maruz bırakmakla hiçbir şey kazanılmış olmayacaktı; bahusus bu vaziyette, düşmanın sükûnet halinde bulunan bu kadar büyük bir hedefi vuramamasına imkân yoktu. Daha evvel batırılmayacak olursa Irresistible’in karaya düşeceği aşikârdı. Onun için gemiyi torpillemeye karar verdim; geminin düşman eline geçmesi ihtimalini düşünmek bile caiz değildi.
İntepe’deki altı pusluk Türk toplarının ateşi bilhassa Wear için pek nahoştu. Ben Wear’e çıkmıştım. Muhrip etrafta dolaşıyordu. Batarya üstümüzde tepelerdeydi. Mevkii, topçuları ve alevi razıhan görmemize mâni olacak kadar yakındı. Mermiler de âdeta hep birden geliyorlardı. İskandil ederken civarımızda patlayan mermilerin parçaları bize kadar geliyordu, güllelerin kaldırdığı suların serpintisi üstümüzü ıslatıyordu.
Ocean Mayına Çarpıyor!
Wear’in süvarisi Metcalfe ile birlikte yaptığımız tatbikat üzerine Irresistible’in daha bir müddet için karaya düşmeyeceği neticesine vardık. Gemiyi belki de kurtarmak mümkün olur düşüncesiyle torpillemek istemiyordum. Geminin meyli zail olmuştu; omurgası hemen de düz duruyordu. Kıç tarafı alçalmış olmakla beraber yüzme kabiliyeti elân yerindeydi. Ben oraya geleli bir saat olduğu halde suyun sathına nazaran daha fazla alçalmış değildi. Ocean zırhlısı etrafta dolaşıyor ve istihkâmlara gülle savuruyordu. Ben endişe içinde idim; zira düşmanın fena şekilde bir mayın kullanıldığı anlaşılıyordu ve bunlardan birine çarpmak da nihayet bir zaman meselesiydi. Ocean zırhlısına yanaşmasını tam Metcalfe’a söylemiştim. Maksadım, Amiral de Robeck’in bu gemiye çekilmesi yolundaki talimatını bildirmekti.
Saat 18.05’te (yani Irresistible’ın saff-ı harpten çıkmasından takriben iki saat sonra) Ocean’ın bordasında müthiş bir infilak oldu. Mayına çarpan gemi derhal çirkin bir meyil peyda etti. Ocean’ın vaziyetinin fena olmadığına ve Boğaz’ın methaline varmadan sahile düşmeyeceğine kanaat hâsıl ettikten sonra hemen dışarda duran Queen Elizabeth’e gittim. Irresistible ile Ocean’ın süvarileri daha o zamandan Queen Elizabeth’te idiler. Amirale, son iki saat zarfında düşündüklerimi ve Irresistible’i kurtarmaktaki aczimi aynen söyledim.
Karanlıkta Kaybolan Gemi
Ocean’ın talihsizliği işimizi çok tehir ettiği için fazla geç kalmış olmasından korkuyordum; fakat derhal geri dönmeyi teklif ettim. Irresistible’i cereyanla götürmek imkânı yoksa gemiyi torpilleyecektim. Şayet, Irresistible’in su yüzünde kalabildiği müddet kadar Ocean’da su yüzünde kalabilse, onu yedeğe alıp dışarı çekmemek için hiçbir sebep yoktur. İcabında gemiyi Bozcaada ve Tavşan Adası’nın sığ sularında karaya oturtmak da mümkündü.[3]
Amiralin kalbinden neler geçtiğini pekiyi tasavvur ediyordum fakat zahiren halinde endişe ve yılgınlık yoktu. Onun başlıca derdi, boğazlara dönmeden evvel biraz bir şey yemekliğim ve Irresistible’i torpilleyeceksem elimde beni mesuliyetten kurtaracak katî ve tahrirî emir bulunmasıydı. Ben emir meselesini abes buldum ve bunu da kendisine söyledim. “Gemiyi az kalsın iki saat evvel torpilleyecektim ve bunu düşündükçe hiç üzülmüyorum” dedim. Mamafih o fikrinde ısrar etti, kralın gemilerinden birini batıracak olursam Bahriye Nezareti’nin başımıza ne işler açacağımız takdir etmediğimi söyledi. İşin mesuliyeti ona aitti, o da mesuliyeti deruhte etmek niyetindeydi.
Projektörler parıl parıl yanarken gemilerin Irresistible’i kurtarmak için istihkâmlara bu kadar sokularak tehlikeye atılmalarına razı olmadığını anlattı. Wear muhribine dönmek üzere derhal hareket ettim. Fakat ortalık zifiri karanlıktı. Muhribi bir türlü bulamıyordum. Mamafih o sırada Jed muhribine tesadüf edip ona geçtim. Torpil gemileri gelinceye kadar Ocean’ın kendini idare edebileceğini anladım. Irresistible’in kurtarılması veya batırılması derhal yapılması icap eden en mühim işti. Jed, Irresistible’i en son gördüğüm noktaya doğru tam yolla gitmeye başladı. Aynı zamanda Boğaz’dan yukarı çıkarken dikkatle Ocean’ı gözlüyordu. Ocean hala batmadı ise gemiyi karanlıkta kaybetmiştik.
İki Harp Gemisi Batıyor!
Bundan sonra Çanakkale Boğazı’na girdiğim dört saat son derece alâka bahş oldu ve üzerimde devamlı bir tesir bıraktı. Donanmanın torpil muhribi gemilerinden kuvvetli bir filotila ile bilâ müşkülât Marmara Denizi’ne geçebileceğine bende – o zamandan beri hiç sarsılmamış olan – katî bir kanaat hâsıl olmasında o dört saatin çok dahli olmuştur.
Jed muhribi Irresistible’i son defa olarak bıraktığım noktaya doğru süratle yol alıyordu. Gemi aynı zamanda akıntıyı cenup rüzgârının istikametini takip ediyordu. Irresistible’in bu istikameti almış olduğunu zannediyordum. Fakat ortada gemiden eser yoktu. Boğaz civarını tarayan ve her zaman sahili aydınlatan kuvvetli projektörler sayesinde Irresistible’in Anadolu kıyısına düştüğüne yavaş yavaş kanaat hâsıl ettik. Bir müddet Rumeli sahilini takip ettik. Nihayet Irresistible’in derin sularda battığına tamamen kani oldum. Onun üzerine Ocean’ı aradık. Neticede onun da battığına kanaat getirdim.
Sahilde projektörlerden başka hiçbir eser-i hayat yoktu. Mağlup bir düşman karşısında bulunduğumuz yolda bende sarsılmak bilmez bir intiba hâsıl olmuştu. Düşmanın öğleden sonra saat ikide mağlup olduğunu zannetmiştim. Saat dörtte mağlûp olduğunu bilmiyordum. Fakat gece yarısı düşmanın mağlup olduğundan katiyen emindim. Sarf ettiğimiz gayretlerin meyvelerini toplamak için epey bir tarama kuvveti teşkil etmek ve serseri torpillere karşı bazı tedbirler almaktan başka bizim için yapılacak bir şey kalmamıştı.
Kaçırılan Fırsat
Bu kanaat bende sonradan hâsıl olmuş değildi. Bu nokta-i nazarı kuvvetle muhafaza ettiğime dair, kendi mazbutatım haricinde, o zamana ait birçok şaheser vardır. Sir Ian Hamilton “Gelibolu Hatıraları” nda bundan bahseder. İki sene sonra Çanakkale Komisyonu huzurunda bu hususa dair yemin ettim ve o zamandan beri kanaatimi hiç değiştirmedim. Birkaç mil ötede neler cereyan ettiğini her nasılsa size bildirmiştim. Fakat vaziyet hakkındaki nokta-i nazarımın doğru olduğunu teyit eden malûmatı ancak aradan birkaç sene geçtikten sonra elde edebildim.[4]
17 Mart 1934 Tarihli Gazete Sayfası Yok
(Arada 1 Tefrika Yok)
General Napier ve Maiyeti Türk Topçularının Ateşi ile Mahvolmuştu
Monster silâhendazları köprüye hücum ettiler, fakat içlerinde pek az kişi sağ kalıp sahile ve sahilin ötesinde mahfuz bir saha teşkil eden kum setlerine varabildi. Williams biraz sonra maktul düştü, Unwin de tek başına köprüyü tutamadı, ölü ve yaralı ile dolan hücumlarda açıklara gittiler. Dublin ve Monster silahendazlarından sağ kalan birkaç kişi, sahilde, fena bir vaziyette kaldılar, River Clyde şilepinin güvertesindeki makineli tüfekler düşmanı siperlerine mıhlamasaydı onlar da alt olacaklardı. Unwin katiyen mağlûp olmamıştı, Mülazım Morse, Zabit Vekili Tirhall, Gedikli Dowry, Malleson, Samson kendisine yardım ediyorlar, elbirliği ile öldürücü bir ateş altında, sahille muvasalayı yeniden tesis için durmadan çalışıyorlardı. Onları şilepten seyredenler sihir kuvvetiyle yaşadıklarına hükmedebilirlerdi. Gedikliler öteye beriye yüzerek mavnaları bağlamaya ve mevzilerine getirmeye uğraşıyorlardı.

General Napier Maktul!
Takriben bir saat sonra Unwin soğuğun ve suda durmanın tesiri ile bitap düştü. Kısa bir istirahatten sonra gene vapurdan çıktı ve ameliyat-ı idareye devam etti. Nihayet öğleden evvel saat dokuzda köprü tamamlandı, o zaman Monster silâhendazlarından mürekkep bir müfreze köprüyü savlet etti. Fakat o kadar ağır zayiat verdiler ki sahildeki yüksek rütbeli zabit River Clyde’a haber gönderip hava kararmadan evvel karaya başka asker çıkarılmamasını teklif etti. River Clyde’daki daha yüksek rütbeli zabit, Hampshire Alayı Kumandanı Kaymakam Carrington Smith’te muvafakat etti. Bir an sonra 88’inci Liva’ya Kumanda eden Mirliva Napier takviye kıtaatının ilk yaylım ateşi üzerine oraya geldi ve mavnaları insanla doldu görünce onları ölü olduklarının farkına varmayarak en yakın mavnaya atladı. Maksadı onları sahile götürmekti. Bu sırada River Clyde’dan bir ikaz sadası duyuldu:
- Karaya çıkmanıza imkân yoktur!
General Napier arka tarafa doğru haykırarak cevap verdi:
- Hele ben bir tecrübe edeyim de…
Derhal Türkler yeniden ateşe başladılar. General Napier ile maiyeti sala kadar gittiler. Bir çeyrek saat sonra General ile Binbaşısı maktul düştüler. Hayatı bir ehemmiyeti haiz olan o günde sınıf ve rütbesi metaneti ve malûmatı ile cenup mıntıkasındaki kıtaata büyük bir yardımı dokunabilecek bir adam böylelikle ölüp gitti.
1915 senesi Nisan’ının 26’ncı gününü 27’nci gününe bağlayan gece Queen Elizabeth zırhlısı Seddülbahir açıklarında demir üzerinde kaldı. Mühimmatını tamamladıktan sonra Anzak Sahili’ne hareket etti. Oraya 27’nci günü sabahı saat sekizde vasıl oldu. Anzak Sahili şiddetle bombardıman ediliyordu. Fakat tepelerin tarzı teşekkülü sahilin doğrudan doğruya ateş altına alınmasına müsait değildi. Şarapnellerin havada patlaması oldukça can sıkıcı bir şeydi. Fakat şarapnel parçalarının denizden başka yere düştüğü nadirdi. Denizde sandallarımız, mavnalarımız mütemadiyen gidip geliyor, sahile top, mühimmat ve bilhassa su taşıyordu. Suya ihtiyaç pek fazlaydı çünkü o zamana kadar işgal edilen yerlerde bir damla su yoktu. Öğleden evvel saat ona doğru bir Türk zırhlısı Yarımada’nın üzerinden aşırma suretiyle, akşamüstü himaye ve nakliye gemilerine ağır mermiler atmaya başladı. Bunlardan birkaçı Queen Elizabeth yakınına düştü.
Mermi ile Batan Nakliye Gemisi
Deniz tayyarelerimiz Turgut Reis ile Goben’in birlikte ateş ettiklerini haber verdiler. Goben, 25 Nisan günü demir üzerinde ateş etmişti. Fakat bu zırhlı Triumph’ın uçurtma balonu ile tayin edilen aşırtma atışıyla uzaklaşmaya mecbur edilmişti. Balon derhal havalandı ve Goben’in yattığı noktayı Queen Elizabeth’e bildirdi. Bunun üzerine Queen Elizabeth yine ateş açtı. İlk güllelerin hedefi aştığı, ikincinin biraz beriye düştüğü ve üçüncü merminin tam hedefe isabet ettiği haber verildi. Birkaç dakika sonra rasıt geminin kıç taraftan battığı bildirildi. Düşman gemileri alelacele yarların himayesi altında kaçtılar. Öğleden sonra Türkler harp gemisi tepesine küllî kuvvetle ilerlediler. Bu nokta gemilerden açıkça görülüyordu. Gemiler tepeye tahripkâr bir ateş açtı. Düşman bu ateş altında karışık bir halde çekilmeye mecbur oldu. Askeri vakanüvis bu hususta şunu kaydediyor:
“Üç aydan fazla bir müddet zarfında Türkler, himaye gemilerinden doğrudan doğruya görülen sahalarda bulunan başak harekâtı taarruzunda bulunmaya kıyam etmediler.”
Harbe İlerlerken
28 Nisan sabahı, General d’Amade Bahri Fırka’ya Kumanda eden General Paris ile birlikte Queen Elizabeth’e geldiler. General d’Amade, General Sir Ian Hamilton’a Kumkale’nin tahliyesinden bahsetti ve talep eylediği veçhile çekilme hareketini durdurmaya kadir olamadığını esefle söyledi; General Paris de Bolayır açıklarında yaptığı müşahedatın tafsilâtını vermeye gelmişti. Bu müzakerat öğleden evvel saat onda sahilden sahile başlayan muharebenin gulgulesi ile inkıtaa uğradı.[5]
“350 Neferle Birçok Zabitimizin Gömüldüğü Bir Mezara Geldik”
Kıtaatımızın şiddetli bir harbe tutuştuğu aşikâr olunca Queen Elizabeth derhal demir aldı, harp sahilden yukarı doğru ilerledi, sol cenah boyunca harp eden kıtaatı mümkün mertebe uzak bir hatta kadar himaye edecek surette manevra etti. Düşmanın, Anzak’ta olduğu gibi öldürücü bir tesirle şarapnel istimal için fırsat vermesi ihtimali düşünülerek gemisinin birkaç topu şarapnele tahsis edilmişti. Saat birde büyük bir insan kümesi gördük. Yanı başımda duran Sir Ian bunları 2.000 kişi olarak tahmin etti. Bizim piyademizden büsbütün farklı olan yürüyüşlerinden bunların Türk olduklarını anlıyordum. Sonra da muntazam bir yürüyüşle cenuba doğru gidiyorlardı. Ricat eden asker bu kadar bir intizamla hareket edemezdi. Böyle olmakla beraber kim olduklarını katî surette tayin edebilmek imkânsızdır; birkaç dakika gemiden görüldükten sonra bir yamacın arkasında gözden kayboldular.
Bu sırada Queen Elizabeth’in süvarisi Geoye Hope’un bir emir verdiğini işittim – bu emir verilinceye kadar geçen zaman bana asır kadar uzun geldi – kıç taraftaki kuleden birindeki 15 pusluk ateş ettiler. Bir harp gemisinde top atılınca bacadan duman çıkar. Queen Elizabeth’in en ön bacası ön güverte ile bir seviyedeydi. Bacadan çıkan yağlı bir duman gözlerime doldu. Fakat dumanın arasından parlak süngülerin dört bir tarafa fırladığını, duman zail olduktan sonra da bütün Türk hattının darmadağın olduğunu gördüm. İçlerinden birinin sağ kaldığını zannetmiyorum. 15 pusluk bir şarapnelde 15.000 kurşun vardır. Anlaşılan mermi de tam yerinde patlamıştı. Bu suretle hudut alayı mahvolmaktan kısmen olsun kurtulmuş oldu.
Tecemmu halinde iken Queen Elizabeth’in şarapnelinden kurtulmuş olan Türk kuvveyi asliyesi herhalde mühim zayiata uğramıştı. Kıtaatımızın gerilediğini sarahaten görüyorduk. Biraz sonra sol cenahta bir kafilenin tam manasıyla ricat halinde bulunduğunu esefle gördük. Bu sırada güvertede bulunan Sir Ian’ın Erkân-ı Harbiye Heyeti’ne mensup Aspinall isminde genç bir binbaşı vaziyet hakkında malûmat almak üzere sahile çıkmasına müsaade edilmesini rica etti. Aynı zamanda, sahil boyunca yarlara doğru gerileyen efradın çekilme hareketini kontrol etmek istiyordu.
Ricatın Önüne Geçmek İçin…
25 Nisan sabahı “Y” (Zığındere) Sahili’nde bulunduğumuz sırada da gene böyle bir müracaatta bulunmuştu. Bu sefer talebi isaf edildi. Teleskopumla bakıp onun bir kıta askere iltihak ettiğini gördüm. Kıtada genç bir zabit de vardı. Binbaşı onları yarlara çıkarıp harekâtın en fazla kesafet peyda eylediği noktaya tekrar götürmeye muvaffak oldu. 29 Nisan sabahı Sir Ian Hamilton, Erkân-ı Harbiye Heyeti’ne mensup bazı zabitan, bir de ben, Queen Elizabeth’in amirine verilmiş olan “Kennet” muhribine bindik ve “W” (Teke Koyu) Sahili’ne çıktık. Askerî ve bahrî sahil kıtaatı hummalı bir faaliyetle çalışıyorlar, karaya, hayvan, top, mühimmat ve erzak ve levazım çıkarıyorlardı. Geceden beri denizin kabarmış olması işleri hafifletmemişti. Sahile doğru indirilen yaralılar Mısır’a veya Malta’ya veya Mondros’taki Sahra Hastanesi’ne nakledilmek üzere nakliye gemilerini bekliyorlardı. Hastane gemileri daha o zamandan haddinden fazla yaralı ile dolmuş bulunuyordu. İnanılmaz meşakkat içinde yaralıların gösterdiği sabır ve tahammül, aynı zamanda çektikleri ıstırap hafızamda silinmez bir hatıra olarak kalmıştır.
Dubster Alayı
Gün defterimden aldığım şu satırlar o zaman ki izlenimim hakkında bir fikir verebilir:
“Kıtaatımızın müdafaa hususundaki gösterdikleri şiddet ve metanet bizi hayretler içinde bırakmıştı. Derin olarak kazılmış gizli siperlerden maada, yarlarda iki bodrum kazılmıştı. Düşmanın başlıca tel örgü tesisatı da burada vücuda getirilmişti. İlk hücumda dört zabit ile yetmiş beş nefer bu tellere düşüp bir hattı müstakim üzerinde telef olmuşlardı. W Sahili’nden Seddülbahir Tepesi’ne çıktık. Burası bir millik mesafeydi. Fakat siperler, tel örgüleri burasını geçilmez, berbat bir hale getirmişti. Worcester Alayı’nın telleri kestiğini gördüğümüz noktaya geldik. Efradın Türk siperlerinden ancak bir yarda mesafede çalıştıklarını gördük. Orada “V” (Ertuğrul Koyu) Sahili’nde indik. Dublin Alayı en çok zabitanını orada vermişti. Bir gün evvelki muharebeden sonra Alay’ın mevcudu bir zabitle 300 nefere indiğini orada söylediler. Mevcudun bu suretle azalması üzerine Monster silâhendazları bakiyesi de Dublin Alayı’na iltihak etmiş, yeni teşekkül eden alay kendine Dublin ve Monster’in ilk ve son hecelerinden teşkil ettikleri “Dubster” ismini vermişler.”
Tavşan İni Gibi…
350 neferler birçok zabitimizin gömüldüğü bir mezara geldik. Burada harp eden bahrî müfrezenin harbe giren 163 kişilik mevcudundan sekseni ölmüş ve yaralanmıştı. Bu hususa dair çekilen resmi telgrafta bu mevzu, sahnesini sahilin teşkil ettiği bir amfi tiyatro şeklinde tasvir edilmiştir ki, pek güzel bir teşbihtir.[6]
Bütün sahilin çevresi, siperler, tüneller, bodrumlarla arı peteği gibi delik deşik bir hale gelmişti. Bütün bunların hedefi ihraç ameliyesinin yapıldığı noktaydı. Siperler, o tarihte bizim kullandıklarımızdan daha çok müthiş, en korkunç tel örgülerle muhafaza edilmişti. Tel kesmeye mahsus aletlerimiz bu örgülere karşı tesirsizdi. “V” Sahili cephe hücumuyla gayri kabili zapt idi ve bu hususta söylenecek başka bir şey yoktu.
Sahilde üç saat gezdikten sonra Queen Elizabeth’e döndük. Düşünülecek çok mevzu vardı. Asri şerait dâhilinde askerî harekâtım arz ettiği korkunç mahiyet ve ordunun uhdesine düşen vazifenin büyüklüğü şimdi bütün vuzuhuyla tezahür ediyordu. Onun için donanma yardıma ne kadar evvel başlarsa o kadar iyi olacağını hissettim. Donanma hücumun vaziyeti ordu lehine çevireceğini anladık. Bunun için gemi kumandanlarına mahrukat, kumanya ve mühimmat ihtiyaçlarını gemilerinin son hadlerine kadar tamamlamaları hakkında işaretler hazırlandı.
Hatıra defterimde şöyle devam etmiştim:
Queen Elizabeth hareket edip Anzak Sahili’ne gitti. Ateşin ardı arası kesilmiyordu. Fakat kimsenin buna ehemmiyet verdiği yoktu; harekâtı askeriye sahilde bilâ inkıta devam ediyordu. Bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını anlamak için sahile gitmeyi çok arzu ediyordum.
Bu sırada Ian kulağıma fısıldadı:
- Karaya çıkıp bir baksak nasıl olur?
Bu teklif üzerine bir hayli soğuk su döküldü. Sir Ian karaya çıktı.
Şimdiki harplerde Erkân-ı Harbiye Heyeti Seferiye Başkumandanı’nın tehlikeye maruz kalmasına onay vermez. Mamafih ben şahsen bu fikirde değilim. Fakat her ne olursa olsun bu hususta fazla ileri gitmemelidir zira öyle ahval olabilir ki, kumandanın kıtaatla teması ve kıtaatın başında bulunması, muvaffakiyeti onda dokuz temin eder. Colne muhribine binip Anzak Koyu’na doğru gittik. Sahile bir mil kala istimbota geçtik.
Düşman şarapnelleri bütün gün Anzak üzerine patlamaktaydı. Fakat işgal etmekte olduğumuz mevzu tüneller, siperler, hendeklerle gayet iyi tahkim edilmişti. Bu ateş olmasaydı, kendimizi güneşli bir günde İngiltere’nin Margate Plajı’na çıkmış zannedecektik. Sahilinde iki üç bin kişi vardı. Bunların birçoğu denize giriyor, ötekiler de yamaçlara ve hendeklere yayılmışlar, çay pişiriyorlardı. Asker, gayet güzel yollar, galeriler yapmışlar, en sarp ve masun yerlere top yerleştirmişlerdi. Hepsi de vaziyetten gayet memnun görünüyorlardı.
Banyo ve piknik yapanlar arasında zayiat oluyorsa da kimsenin aldırdığı yoktu. General Birdwood bizi hatt-ı harp siperlerine götürdü; yolun kısmı azamı örtülüydü. Ara sıra başımızı indirmemizi tembih ediyorlardı; o zaman başımızın üzerinden kurşunlar geçiyordu; yolda üzerimize bir hayli ateş celp ettik. Bunu başımızdaki beyaz kasket kılıflarına atfettiler. O günden sonra karaya çıktığım zaman başıma hâki kasket giydim.

Avustralya ve Yeni İrlanda kıtaatı donanmanın isabetli endahtlarından çok memnundular. Quen Elizabeth’in şarapnelleri birinciliği kazanıyordu. Yanımda bulunan Queen Elizabeth’in kordelâsını taşıyan filika lostromosu Bready bilhassa etraftan çok koltuklanıyordu. Bir Avustralyalı Miralay 15 pusluk şarapnellerimizden birinin bütün bir Türk Alayı’nı imha ettiğini söylüyordu. Öyle zannediyorum ki, endaht hususunda Bacchante Gemisi ikinci geliyordu.
İngiliz Üniformalı Türkler!
Düşmandan hatlarımıza sokulanlar çok oluyordu. Fakat bunlar birer ikişer yakayı ele veriyorlardı. Bu cümleden olmak üzere çalılar arasında saklanmış bir adam bulundu. Yanında on beş günlük erzakla kâfi miktarda suyu, 1.000 tane de mermisi vardı.
Ölülerimizden aldıkları üniformaları giymiş beş Türk yakalandı. Öldüler. Bir ölü üzerinde bir Flaşing işaret lambası ile Mors işaretimizi havi bir kart bulundu. İşaretlerin karşısında Türkçe mukabilleri vardı. Anlaşılan birçok sahte işaretleri bu adam veriyordu. Bilhassa “Ateş kes!” işareti sık sık veriliyordu. Sahil telsiz istasyonlarımızın işaretleri adam akıllı kopya edilmişti.
Gruptan evvel avdet ettik. Sahile çıkmaktan çok memnun olmuştuk. Bütün muhit çok ferahlamıştı. İnsan itimat ve nikbinlik havası teneffüs ediyordu ve eminim ki, Avusturalya ve Yeni Zelanda kıtaatı Sir Ian’ı aralarında görmekten çok memnun oldular.
Alçıtepe üzerine taarruzumuzu 1915 Mayıs’ında tekrar ettiğimiz sırada o tarihe kadar elde ettiğimiz muvaffakiyetlerin İstanbul’da büyük bir endişe uyandırdığı anlaşılıyordu. Aldığımız malûmata göre düşman tarafında, Mareşal Liman von Sanders, Enver Paşa’dan “müstevlileri denize dökmek” hususunda katî emir almıştı. Bunun üzerine Mareşal, Cenup Mıntıkası’nda Türklere Kumanda eden Miralay Sodenstern’a, 1-2 Mayıs gecesi son nefere varıncaya kadar mevcut bütün kuvveti istimal ederek müttefik hatlarına taarruz etmesini emretmişti. Türk kuvvetleri 21 taburla 56 toptan mürekkepti.[7]
Tüfeklerin doldurulmaması emri verilmişti. Emirde şöyle deniliyordu:
“Düşmana süngü ile hücum edip onun biaman surette mahvediniz. Bir adım bile geri çekilmeyeceğiz; çekilirsek vatan ve milletimiz mahvolacak.”
Sahillerdeki sandalları yakmak için müştail maddeler taşımaları hususî mangalara tebliğ edilmişti.
Harp Kargaşalığı
Türklerin 1 Mayıs gecesi, bütün gece durmadan taarruz ettiklerini gün defterime kaydetmişim; tüfek ve mitralyöz gürültüsünü duymak insanın fenasına gidiyordu. Yapılacak bir iş olmadığı için 12.30’da yatağa yattım. Sabahın saat dördüne doğru Bowlby beni uyandırdı, sağ cenahtaki gemilerden meyusane denilebilecek bir işaret verildiğini söyledi. Anlaşılan Fransızlar fena bozulmuşlardı. Vaziyet hiç de hoşuma gitmedi. Onun için derhal Kennet muhribine geçtim. Brodie’yi yanıma alarak tam yollara sağ cenaha gittim. Oraya vardığım zaman Morto Limanı’nda bir miktar sandalla dört torpil tarama gemisi vardı. Ağır bir şarapnel ateşi orayı tarıyordu. Vengeance’de Gelibolu sahiline ateş ediliyordu.
Bu karışık vaziyette Kennet’in harekâta iştirak etmesi doğru değildi. Bahusus Gelibolu’dan açılan büyük bir şarapnel ateşi altında idik. Anadolu sahilinden de bir top bize ateş ediyordu. Bütün mürettebatın içeri girmesini emrettim. Yalnız Brodie, süvari, iki tayfa, bir de ben güverteydik. Gene talihimiz varmış ki, Anadolu sahilinden atılan 6 pusluk bir mermi, baş üstündeki topun kaidesine çarparak bulunduğumuz noktanın tam altında patladı. Şayet birkaç dakika evvel olduğu gibi tayfa topun etrafında bulunmuş olsaydı, hepsi ölecek ve yaralanacaklardı.
Fransızlar İlerliyor
Bunun üzerine Fransızlar ilerleyip mukabil taarruza geçtikleri, biraz evvel püskürtülmüş oldukları siperleri zapt ettikten sonra bin yarda kadar daha ileriye gittiklerini gördük.
Ertesi gün, cephemizin müthiş bir hücuma maruz kaldığını öğrendik; Türkler kesif kitleler halinde siperlerimize kadar sokulup “Allah Allah” avazlarıyla süngü hücumuna kalkarak mevzilerimizi zapta teşebbüs etmişlerdi. Birkaç noktada cepheyi yarmaya muvaffak olmuşlarsa da derhal geriye atılmışlardı. Ateşimiz Türklere yüzlerce zayiat verdirmiştir. Türkler en büyük gayretlerini Fransız cephesine tevcih etmişlerdi. Sol taraflarında bir Senegal Taburu bozulup tabura yardım eden bir İngiliz bataryasını açıkta bırakmıştı; mamafih bir silahendaz müfrezesi ile bir Worcesterahioe Alayı’na mensup bir bölük onların siperini işgal etmişti. Fransızlar o kadar fazla sıkıştırılmıştı ki, onlara yardım için Bahriye Fırkası’na mensup iki tabur göndermek lüzumu hâsıl oldu. Sabah saat sekizde İtilâf Cephesi her tarafta eski vaziyetini almış bulunuyordu. Saat onda mukabil taarruza geçilip bir miktar esir alındı. Fakat kıtaat mevzilere saklanmış, düşman makineli tüfeklerinin çapraz ateşi altında kalıyordu. Bu makineli tüfekleri dövmek kabil değildi.
2 Mayıs’ta Colne muhribi süvarisi (Charles Seymour) çok muvaffakiyetli bir akın yaptı; elli neferden mürekkep bir Yeni Zelanda müfrezesi Mebrunesi Burnu’na (Küçük Kemikli Burnu) akın etti. Düşmanın burada bir tarassut merkezi vardı. Anzak Sahili’ne aşırtma ateşinin buradan idare edildiği zannolunuyordu. Bu sırada Lionel Lambart’ın kumandası altında bulunan Akıncılar, Lala Baba’nın altında Luvba Koyu’ndan (Suvla(?) karaya çıkarak Türk siperlerinin gerisine sessizce geçmişler ve siperlerde on yedi kişiyi uykuda bulmuşlar. Bunlardan ikisi öldürülmüş, ikisi kaçmış, bir zabitle on üç nefer de esir edilmişti. Akıncılar bu mevkii iyice tetkik etmişler, orada bir de iyi bir pınar bulmuşlar ve düşman tarafından öldürülmeden çekilmişler. Bu hareket Avusturalyalıları diğer cenahta gayrete geçirmişti; onlarda Kabatepe’ye karşı bütün gayretlerini sarf etmişlerdi. Bu tepe o cephede bir diken teşkil ediyordu. Bu mıntıkaya yapılan aşırma ateşinin oradan idare edildiği muhakkaktı.
4 Mayıs’ta yüz Avustralyalı Ribble, Usk, Chelmer, Colne gemileri tarafından çekilen dört büyük cankurtaran sandalına binmişlerdi. Bunları Bucchante ve Dartmouth gemileri himaye ediyordu.
Avusturya Akıncıları
Avusturyalılar bununla beraber uçurum sahilin
şimalindeki kumluğa hücum etmişler. Kırk yarda mesafeye gelinceye kadar Türkler
hücum etmemişler. Kırk yardaya gelince üzerlerine tüfek, makineli tüfek, el
bombası ile ateş etmeye başlamışlar. İçlerinde birçoğu sandallarda yaralanmış;
fakat buna rağmen bütün müfreze karaya çıkıp uçuruma çıkmaya muvaffak olmuşlar.
Müfrezenin maksadı mevzie akın ettikten sonra sahil tarikiyle Anzak Sahili’ne dönmekti.
Fakat böyle bir şey yapmak artık mevzu bahis olamazdı. Vaziyet bir çıkmaza
düşmüştü.[8]
[1] Gaulois.
[2] Amiral Sir Roger Keyes, “Çanakkale”, Milliyet Gazetesi, 14 Mart 1934, s.2.
[3] Amiral Sir Roger Keyes, “Çanakkale”, Milliyet Gazetesi, 15 Mart 1934, s.2.
[4] Amiral Sir Roger Keyes, “Çanakkale”, Milliyet Gazetesi, 16 Mart 1934, s.2.
[5] Amiral Sir Roger Keyes, “Çanakkale”, Milliyet Gazetesi, 18 Mart 1934, s.2.
[6] Amiral Sir Roger Keyes, “Çanakkale”, Milliyet Gazetesi, 19 Mart 1934, s.2.
[7] Amiral Sir Roger Keyes, “Çanakkale”, Milliyet Gazetesi, 21 Mart 1934, s.2.
[8] Amiral Sir Roger Keyes, “Çanakkale”, Milliyet Gazetesi, 22 Mart 1934, s.2.