
12 Nisan (25 Nisan) sabahı… Arıburnu’ndan bir hâdise cereyan etmekte olduğu, işitilen gemi toplarının sesinden anlaşılmıştı.
Öğleden evvel saat altı buçukta, Halil Sami Bey’den vürût eden bir raporla, düşmanın Arıburnu sırtlarına çıktığı anlaşılıyor. Ve buna karşı, benden bir taburun mezkûr düşmana karşı sevk isteniyordu.
Gerek bu raporun ve gerek Maltepe’de icra ettiğim hususî tarassudat neticesinden, bende hâsıl olan kanaati kat’iyye –öteden beri imali fikir ettiğim gibi – düşmanın Kabatepe civarlarında mühim kuvvetle karaya çıkma teşebbüsü, demek ki vuku buluyordu.
Binaenaleyh, bu durumun içinden bir taburla çıkmak mümkün olmayacağını, herhalde evvelden tahmin ettiğim gibi, bütün fırka düşmana incizabın gayri kabili içtinap olduğunu takdir ediyordu. Artık hiçbir şeye intizar etmeyerek karargâhımın bulunduğu Bigalı Köyü’nde ikâmet eden birinci piyade alayı ile cebel bataryasının derhal harekete geçmek üzere amade bulundurmalarını, kumandanlarının da emir almak üzere yanıma gelmelerini bildirdim.
Atatürk, kumandanlarına verdiği emir ile taburların Kocaçimen Tepesi’ne nasıl sevk edildiğini, düşmanla ilk temasın en heyecanlı noktalarına giriyor ve şöyle anlatmaya devam ediyor:
-Kocaçimen, şibihcezirenin (Yarımada) en yüksek tepesidir. Fakat Arıburnu noktası zaviye-i meyite içinde (ölü noktada) kaldığından buradan görülmüyor. Orada, denizde bulunan gemilerden ve zırhlılardan başka bir şey göremedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım. Efrat o müşkül araziyi bilâ tevakkuf kat etmek yüzünden yorulmuş ve yürüyüşü umkî pek ziyade derinleşmişti. Alay ve batarya kumandanına efradı tamamen toplayıp küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden gizlenmiş olarak on dakika kadar duracaklar, sonra beni takip edeceklerdi. Ben de, arada bir Abdalgeçiti vardır, o Abdalgeçiti’nden Conkbayırı’na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve sertabip ile oralarda tekrar bulduğumuz Fırka Cebel Topçu Taburu Kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye teşebbüs ettik fakat arazi müsait değildi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı’na vardık.
Bu esnada Conkbayırı’nın cenubundaki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve teminine memuren oralarda bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı’na doğru koşmakta olduğunu gördüm.
-Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
-Efendim, düşman! dediler.
-Nerede?
-İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemali serbestiyle ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün! Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye, düşman da bu tepeye gelmiş. Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın. Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir vaziyete yakalanacaklardı. O zaman artık bunu bilmiyorum, bu muhakeme-i mantıkiye midir yoksa sevki tabiî ile midir, bilmiyorum. Kaçan efrada:
-Düşmandan kaçılmaz, dedim.
-Cephanemiz kalmadı, dediler.
-Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım, yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının; marş, marş! ile bulunduğum yere gelmeler için emir zabitimi geriye saldırdım… Bu efrat yere yatınca, düşman efradı da yere yattı. İşte, kazandığımız an, bu andır.
İşte bu an, koca bir muharebenin mukadderatını değiştirmişti. Ve vaziyet çok büyük bir tehlikeye maruz bulunduğu halde o tarihi an, o günün unutulmaz bir zaferini teşkil etmişti. Çünkü gerideki kuvvetler yetişmiş, harp hattına girmiş, düşmanın olduğu yerde bile tutunamayarak sahile kadar sürülmesini temin eylemişti.
Ve bütün bu ölüm kasırgası arasında taarruz kuvvetlerine Mustafa Kemal tarafından şu emir verilmişti:
-Size, ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum… Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve başka kumandalar kaim olabilir.
Mustafa Kemal anlatıyor:
-Diyebilirim ki, benim en nâmüsait vaziyetim 13 Nisan (26 Nisan) günüydü. Çünkü beş İngiliz livasına karşı duran kuvvetim, dünkü şanlı ve şedit savlet ve taarruzlarla mühim zayiata uğrayan alayla ikişer olan taburlu iki alaydan ve bir de gayrikabili istifade bulunan bir alaydan ibaretti.
Hakikaten, 25 Nisan muharebesi ile Arıburnu Cephesi muvaffakiyetinin
temelini kuran, İngilizlerin bu cephede azmini kırıp planını mahveden, bu kuvvetti. 14 Nisan günü, iki alayın daha emrin altına gireceği anlaşıldı. Bunun üzerine, düşmana tekrar taarruza karar verdim.
13/14 Nisan gecesi (26/27 Nisan) gecesini, Kocadere’de geçirdim. Kat’î kararımı fecre yakın bir zamanda verdim. O zamandaki düşman, Kabatepe istikametinden Kocadere Köyü’nü donanmasıyla ateş altına almıştı. İşte, icap eden taarruz emri, bu ateş altında yazılmıştır. Taarruz, bütün cephe üzerinde muvaffakiyetle devam ediyordu. Düşman, Kanlısırt’ta firar suretinde ricate (geri çekilme) başlanmıştı. Kırmızısırt’ta da düşman ricate başladı. Saat 10’dan sonra idi ki, sağ cenahımız düşmanı tazyike girişti. Ricate mecbur etti. Ve takibe koyuldu.
Zeval sıralarında idi ki, düşmanın Kanlısırt’ta ricat eden akşamından baki kalmış olanlar, tüfeklerini bırakarak hemen heyeti kamilesiyle siperlerinin önüne çıkmış. Şapka, beyaz mendil, bayrak sallayarak teslim olmak istiyorlardı. Düşmanın Arıburnu doğusundaki sırtlarda, hiçbir eseri faaliyeti kalmamıştı. Sağ cenahımız karşısındaki düşman efradı da sahile iltica etmişti.[1]
Tarih, 28 Temmuz günü. Hareket fecirle beraber başlayacaktı. Hiçbir tüfek, top ve bomba patlamaksızın, süngü ile düşmanın, üzerine atlanacaktı. Muharebe yorgunluğunu hiç olmazsa telâfi ederek ertesi gün hücum anında zinde bulunabilmek için çadırımda yalnız kaldım. Fakat buna imkân var mıydı? Birçok sebeplerde, birçok zevat yanıma gelmek mecburiyetinde kalıyordu. Aynı zamanda, bütün grup cephesinin muhtelif kısımlarından heyecanlı raporlar alıyordum. Geceyi, işte bu tarzda geçirmiştim.
Kireçtepe düşmandan istirdat edilmişti. Fakat bu mevkie fevkalâde ehemmiyet veren düşman 3 Ağustos günü, pek faik kuvvetlerle buraya karşı taarruza geçmişti. Atatürk, bu taarruzu da yendiği zaman geçen heyecanlı bir hatırayı şöyle anlatıyor. [2]
Düşmanın pek ciddi olduğu anlaşılan bu taarruza karşı yakından ve bizzat tedbir ittihaz etmek üzere o cephenin gerisinde Turşun Köyü’ndeki fırka karargâhıma gittim. Kireçtepe muharebe meydanına, kâfi miktarda kuvvetlerin, serian toplanması lüzumu tezahür etmişti.
Onun için istifadesi mümkün olan cüz’ütamları celbetmek suretiyle, öğleye kadar on iki tabur cem’ine muvaffak oldum. Celbolunan kuvvetler, mütemadiyen muharebe hattına yürüyorlardı. En nihayet; erkân-ı harbiyemden icap edenlerle beraber bizzat ben de muharebe hattına yaklaşmak lüzumunu hissettim. Bulunduğum yerden muharebe hattında giden tek bir yol vardı. Bu yol, mütemadiyen sahil yakınından geçiyor; düşmanın sahile yaklaşmış olan iki torpidosu tarafından mütemadiyen ateş altında bulunduruluyordu.
Bu sebeple ileri hareket eden tekmil kıtaatımın durmuş olduğunu gördüm. Hayvandan indim. Ve kolun başına, kıt’aların tevakkufa mecbur olduğu noktaya geldim. Hakikaten, oradan ileri geçmek kat’i olarak ölümle temas etmek demekti. Hâlbuki bugün bu kıt’aların ileri geçmesi elzemdi. Evvela ben, yalnız olarak, koşar adımla geçtim. Arkamdan ve birbirinden fasıla ile erkân-ı harbiye reisim ve yaverlerim geçtiler. Ondan sonra tevakkuf eden kıtaat kumandanlarıma:
-Geçeceksiniz! dedim.
Parça parça koşma suretiyle, o kıt’alar geçirildi Ve bu muharebenin neticesinde de düşmanın hareketi âkim bırakılarak, evvelinkinden daha hâkim bir vaziyet elde edildi.[3]


[1] Tan Gazetesi, 1 Ocak 1937, s.7.
[2] Tan Gazetesi, 2 Ocak 1937, s.7.
[3] Tan Gazetesi, 3 Ocak 1937, s.7.