Uzmanlar Cevaplıyor! – 1 – “Askeri Tarihçiliğin Filizlenmesi”

Askeri tarih çalışmaları kapsamında neredeyse her araştırmacının özümsemesi gereken eserlerden biri olan ve Clausewitz tarafından kaleme alınan “On War”; harbi, politikanın başka araçlarla devamı olarak tanımlamaktadır. Nitekim başka tanımlamalar yapılsa da günümüze kadar gelen süreci incelediğimizde politika ve harp arasındaki ilişki bize bu tanımın hala geçerliliğini koruduğunu göstermektedir. Harp yahut harpler; gerçekleştiği dönemi, coğrafyayı etkilemiş ve tarihin şekillenmesinde büyük pay sahibi olmuştur. Dolayısıyla tarihin içindeki harbin tarihi de önem kazanmış ve her toplum bir önceki harbi yahut harpleri tecrübe sayarak muhtemel olan harbe hazırlık yapmıştır. Harp Tarihi’nin doğuşunu çok kısa bir şekilde yukarıdaki gibi açıklamak mümkün. Fakat disiplin olarak henüz tam anlamıyla konumlandırılmamış; askeri tarih, harp tarihi, savaş çalışmaları, güvenlik bilimleri, askeri bilimler gibi kavramlarla literatürde çalışmalar sürdürülmektedir. Uluslararası literatürü incelediğimizde daha düzenli bir kavramsal platforma oturtularak bir disiplin haline geldiğini gördüğümüz askeri tarih çalışmalarının sivil ve askeri akademik zeminde kurumsallaştığını görüyoruz. Fakat ülkemiz tarihçiliğinde yeni yeni çalışmaların filizlendiğini ve hem popüler hem akademik anlamda ilginin arttığını söyleyebiliriz. Sizce bu Türk harp tarihçiliği açısından bir geç kalınmışlık mıdır? Değerlendirmeniz her ne ise bunu sebepleri ile birlikte açıklayabilir misiniz? Ve ülkemizde Askerî tarih çalışmalarının bugün ve yarınına dair ne söyleyebilirsiniz?

Öncelikle, Türkiye’de askeri tarih üzerine konuşulurken en sık yapılan hatalardan biri, askeri tarihi genel akademik tarihçilikten izole ederek konuşmaktır. Askeri tarih alanını tarihin diğer alt-alanlarından ve genel olarak tarihyazımının kendisinden biraz fazla ayrı düşünme eğilimindeyiz, maalesef; bu da belki Türkiye’de askeri tarihçiliğin çok uzun süre fazla marjinal kalmış olmasının olumsuz miraslarından biri… Dolayısıyla, zikrettiğiniz “gecikmişlik” sorununu hemen askeri tarihe havale etmek yerine, önce genel duruma bir göz atmakta fayda var. Türkiye’de, Batı’da 20. yüzyılda çıkış yaşayan ve bilhassa II. Dünya Savaşı’ndan sonra gelişen ve sofistike hale gelen sosyal tarih, iktisat tarihi, kültür tarihi veya toplumsal cinsiyet tarihi gibi tarihçilik alanlarında da bir gecikmişlik sorunundan bahsedilebilir.  Birçok nedeni var bu durumun. Cumhuriyet döneminde devlet otoritesinin genel olarak akademik bilgi üretimini, özel olarak da tarihyazımını kendi sıkı denetiminden çıkarmaktaki isteksizliği, güncel siyasetin kendi meşruluğunu hep kendine ait bir tarih yorumuna dayandırma hastalığı, tarihçilerden birer “meşruiyet memurları” gibi davranılmasının istenmesi ve de Türkiye’deki üniversitelerin tarih bölümlerinin bu “resmî” tarihyazıcılık geleneğiyle hesaplaşma gücünü kendinde bulamaması veya akademinin ekseriyetle bu “memuriyeti” benimsemiş tarihçilerle doldurulmuş olması,  aklıma gelen sebeplerden… Bunun neticesinde geleneksel siyasi tarih, tarihyazımının çok uzun süre en “makbul” alanı olarak görüldü ve tarihin diğer alt-alanlarına yanında yer açmak istemedi…

            Öte yandan, bu genel duruma işaret etmekle birlikte, evet, gene de Türkiye’deki askeri tarihçiliğin, mesela Batı Avrupa ve Kuzey Amerika üniversitelerinde üretilen askeri tarihçilikle kıyaslandığında, kendine has ve diğer alanlardakinden daha keskin bir “gecikmişliğinden”, daha doğrusu zayıf kalması durumundan bahsedebiliriz. Yukarıda değindiğim genel sebepler burada da etkili. Ama bunların yanı sıra, mesela Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’na girmeyen bir ülke olarak, harp sonrası Batı’da yaşanan ve askeri tarih de dâhil olmak üzere akademik tarihçiliğe sıçrama yaptıran “sivilleşme” fırtınasından pek az etkilenmesi bir başka neden olarak zikredilebilir. Tabii Türkiye’de 1960 ve sonrasındaki askeri darbeler ve genel olarak askeri vesayet gibi sorunlarla birlikte, askeri tarih alanı üzerindeki TSK kontrolünün pekişmesi, bu alanın dışa iyice kapanması ve sivil tarihçiler için “dokunulamaz” olarak görülmesi faktörlerini de unutmamak gerekir. Deyim yerindeyse, askeri tarih uzun süre Türkiye’deki resmî tandanslı tarihçiliğin en resmîsi olmuştur. Bir başka şanssızlık da şu: Bizdeki askeri eğitimin fazla pragmatik karakterli ve mühendislik eğilimli olması nedeniyle askeriyedeki sosyal bilim geleneği çok zayıf seyretti. Bunun neticesinde, bahsedilen süreçte askeri tarihçi kılığına girmek durumunda kalan meslekten askerlerin (veya emekli subayların) yaptığı askeri tarihçilik çok sığ ve silik kaldı. Ayrıca, askeri arşivlerin çok uzun süre askeri otorite tarafından sıkıca “muhafaza edilmesi”, pratikte akademik tarihçilere kapalı kalması veya çok kontrollü bir şekilde açılması da bu sorunu pekiştiren bir diğer etmen…

            Dolayısıyla, bu gecikmişlik ve zayıflığın bir sonucu olarak, askeri tarihçiliğin 1945 sonrası Batı’da yaşadığı genişleme ve çeşitlenme sürecini biz çok kısıtlı yaşayabildik. Bu genişleme sürecinde Batı’da askeri tarihçilik dar muharebe tarihçiliği kavanozunu kırarak, sosyal ve kültürel tarihçilikle, teknoloji tarihiyle, arkeolojiyle, sağlık tarihi ve hatta hafıza çalışmaları ve toplumsal cinsiyet tarihçiliği gibi alanlarla çok iyi diyaloglar kurdu. Mesela bugün artık çok dinamik ve üretken bir alan olan “savaş ve toplum” çalışmaları alanı bu süreçte ortaya çıktı. Belki bu interdisipliner olma süreci zaman zaman muharebe tarihçiliğine olan ilgiyi azalttı, ama son dönemde muharebe tarihçiliği de bu diyalogdan beslenerek niteliğini ve cazibesini yeniden arttırmaya başladı…

            Bugün bu gecikmişlik ve zayıflığın farkında olmamız bence çok olumlu bir durum. Türkiye’de askeri tarih alanında son on – onbeş yıldır iyi yönde kıpırdanmalar var ve bu da alana dair bir farkındalık yaratıyor. Bu farkındalık henüz tatmin edici bir metodolojik tartışma geleneği üretebilme seviyesine çıkamamış olsa da, giderek daha fazla doktora öğrencisi askeri tarih alanından konulara yöneliyor, tarih bölümlerinde askeri tarihle ilgili derslerin sayısı artıyor. Ayrıca, başta ATASE olmak üzere askeri arşivlerin giderek daha fazla “araştırmacı dostu” olmaya başlaması da önemli… Bu nedenle ben, gecikmeden hayıflanma yerine, gecikmişlikten avantaj çıkarma yollu iyimser bir bakış açısına meyilliyim. Bilirsiniz, eskiden ekonomistler şu lafı çok ederdi, “geriden gelmenin avantajı” diye… Türk tarihyazımında da askeri tarihçilik açısından böyle bir avantaj yaratılabilir, eğer doğru adımlar atılırsa.

Bir kere, artık Türkiye’de askeri tarihçilik, Batı’nın 20. yüzyılda geçtiği çizgiyi lineer bir şekilde illa birebir izlemek zorunda değil: Yani, önce konvansiyonel muharebe tarihçiliği gelişsin, sonra alan sivilleşsin, akabinde interdisipliner bir hale gelsin şeklinde bir çizgiyi izlemek zorunda değiliz. Nitelikli araştırmaların artmasıyla ve üniversitelerdeki (Milli Savunma Üniversitesi dâhil) askeri tarih eğitiminin içeriğinin gelişmesiyle birlikte, bu dönüşümler eş-zamanlı da yaşanabilir ve zaten öyle de olmalı. Bu noktanın altının özellikle çizilmesinden yanayım. Tabii eski tarz askeri tarih çevrelerinden dirençler de var: Türkiye’de, biraz da pozitivizmden beslenen bir lineer tarihçilik perspektifinin etkisi sandığımızdan daha güçlü olabiliyor, bunu unutmamak gerek. Onun içindir ki, “illa önce muharebe tarihçiliği gelişmeli, ‘savaş ve toplum’ çalışmaları gibi alanlar ancak ondan sonra gelişebilir” yollu dar görüşlü yorumlara halen rastlanabiliyor. Hâlbuki tarihte her alt-alanın bir diğerine eşzamanlı ihtiyacı var. Mesela Birinci Dünya Savaşı yıllarının sosyo-ekonomik tarihinden bîhaberseniz, cephelerin iaşesi konusunu nasıl çalışacaksınız? Cephe gerisinin kültür tarihini bilmeden, harp propagandası konusunda ancak sınırlı şeyler söyleyebilirsiniz. Veyahut siyasi tarih bilmeden askeri teşkilat tarihini geniş bağlamı içerisinde görmeniz zorlaşır. Askeri teşkilat veya muharebe tarihçiliği bilmeden de askeri kültür veya askeri sosyoloji çalışmanız kolay değildir. Örnekler çoğaltılabilir…

Askeri tarihçiliği geliştirmeye çalışırken şu hassas dengeye dikkat etmemiz gerekiyor: Bir yandan, Türkiye’de askeri tarih müstakil bir akademik alan olarak kendini tanımlamalı, geliştirmeli ve tanıtmalı. Ama diğer yandan da, bu müstakil olma durumu alanın etrafına yeni duvarlar örmemeli; tersine, nitelikli bir müstakil tarihçilikle birlikte alanının interdisipliner karakteri de gelişmeli… Bu olmazsa, askeri tarihçiliğin marjinal kalma hali devam eder, sadece özel bir ilgi ve hobi çevresine hitap eden kapalı bir alan olma hastalığı iyileşmez ve “kendin çal kendin oyna” paradoksunu aşmak kolay olmaz…

            İyimser olmak gerek, ama bu iyimserlik alanın yaşadığı sorunları görmezden gelmeye de yol açmamalı. Yukarıdaki genel durum analizinin yanı sıra, bilhassa genç araştırmacıların farkındalığını arttırmaya yardımcı olmak açısından, askeri tarihçiliğin ufkunu daraltan, bilhassa alanın sosyal medya gibi mecralarda popülerleşmeye başlamasıyla birlikte kendini sinsice yeniden üretebilen birkaç spesifik soruna da dikkat çekmek isterim.

            Birincisi, askeri tarihçiler halen çok pozitivistler. Çoğu tarihçi hâlâ, birkaç belgeyle “mutlak ve değişmez” bir hakikati hemen bulabileceğini zannediyor. Bilhassa yüksek lisans ve doktora seviyesinde, tarihyazımına dair metodolojik içerikli dersler yetersiz (metodoloji kavramından hâlâ, bir tür iş planı yapmak anlaşılıyor maalesef). Askeri tarihe meraklı öğrencilerin pek azı, tarih felsefesiyle bağ kuran ve tarihsel bilginin karakteri üzerine sorgulamalar yapan okumalar yapıyorlar. Bu nedenle, Türkiye’deki askeri tarihçilik daha ziyade pratik-yönelimli bir alan olarak kalıyor. Analitik olmaktan ziyade tasvir edici çalışmaların ağırlığı devam ediyor. Bence Türkiye’de askeri tarihçiler maalesef kendi alanlarının üzerine metodolojik olarak en az kafa yoran tarihçi grubu.

Metodoloji bilmemenin, analitik çalışmalar üretmekte kısır kalmanın birçok olumsuz yan etkisi var. Mesela, bu nedenle Türk askeri tarihçilerinin pek çoğu hâlâ modernizasyon paradigması üzerine kafa yormuş veya ona karşı eleştirel bir duruş geliştirebilmiş değiller. Bir başka yan etki ise, bilhassa sosyal medyanın da etkisiyle, çok dar-ufuklu bir malûmatfurûşluk hastalığının ortaya çıkması. Sentez bilgiye ulaşmaya çalışmak yerine, sadece teknik ayrıntı bilgileri fetişleştiren, bu detayları bilmenin iyi tarihçi olmak için yeterli olacağını düşünen, monografileri okurken bütünsel bir kritik yapma yerine at gözlüğüyle hata arayan bir eğilim gözüme çarpmaya başladı sıkça. Elbette teknik bilgi dağarcığımızın gelişmesi iyi bir şey, kastettiğim bu değil. Ben bir fetişizmden bahsediyorum burada; metodolojik körlüğe yol açan bir fetişizmden…

            İkincisi, Türkiye’de askeri tarihçilik hâlâ çok yerel karakterli; daha doğrusu, kendi içine kapanık. Aslında üniversitelerdeki öğrencilerimiz Avrupa ve dünya askeri tarihindeki konulara ve tartışmalara dair eskiye kıyasla daha çok okuma yapıyor. Yabancı dil seviyesi dişe dokunur bir şekilde yükselmemiş olsa da, Türkiye’de yayıncılıkta ciddi bir tercüme faaliyeti var ve bu da iyi tarih metinlerini okurla buluşturabiliyor. Ancak, iş araştırma ve yazmaya geldiğinde, hem ortada yabancı dilde hâlâ çok az yayın var, hem de mukayeseli perspektifler yeterli değil. Türk askeri tarihçilerinin, akademik anlamda cereyan etmekte olan “uluslararası rekabetin” içine çok daha fazla girmeye ihtiyaçları var. Bu da hem daha fazla mukayeseli okuma yapmak, hem de nitelikli yabancı dilde yayın sayısını arttırmaktan geçiyor. Bu rekabetin içine girilmediğinde ise yaptığımız işe ayna tutamıyoruz. Dolayısıyla da ulusal nitelikteki çalışmaların niteliği düşük kalıyor. Ayrıca, kendi konularımızı uluslararası dolaşıma sokamadığımız için, Osmanlı-Türk askeri tarihine yönelik önyargılar ve Avrupa-merkezci bakışlar çok yavaş yok oluyor. Örneğin, Batı’da “askeri devrim” veya ateşli silahların yaygınlaşması gibi konular çok uzun süre Osmanlı askeri tarihini görmezden gelerek yazıldı. Hâlbuki Osmanlı tecrübesi bu konuları anlamak açısından çok önemli…

            Son olarak, bence Türkiye’de askeri tarihçiliğin bir imaj sorunu da var. Hamaset bu alana çok zarar verdi. Her ne kadar yetenekli genç nesil tarihçiler hamasete karşı mesafeli olmayı belli ölçüde başarsalar da, yukarıda zikrettiğim nitelik yükselmesi yaşanmadıkça, düşük nitelikli tarihçi ve tarihçiliğin kendini var edebilmesinin bir enstrümanı olarak hamaset hep karşımıza çıkacak maalesef. Bir de, hem Türkiye’de siyasi kriz dönemlerinde hamasetin sıkça pompalanması, hem de popüler tarih mecralarının akademik bir denetime tabi olmaması hamasetin sızabileceği kapıları sürekli açık bırakıyor. Bu hamaset dili birçok yetenekli ve ciddi öğrencinin askeri tarihe heves etmesini engelleyebiliyor. Hamaset aynı zamanda çok erkek-egemen bir dil de üretiyor… Askeri tarih bir “kahramanlık menkıbesi” veyahut “tarihimizden şanlı sayfalar” anlatısı değildir; bu alan savaş ve toplum ilişkisinin travmadan zafere, yıkımdan yeniden inşaya, boğazlaşmadan dayanışmaya, teşkilattan teçhizata ve tefekküre uzanan sonsuz çeşitliliğini kapsaması gereken ve ancak ilim disiplini ve ilim ahlâkı olan tarihçilerin yapabileceği bir zanaattır. Aksi değersiz ve demagojik bir tarih üretimi olabilir ancak…

Mehmet Beşikçi

Doç. Dr.

Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü

16.09.2020

Ayrıca Kontrol Et

KAŞ YAPARKEN GÖZ ÇIKARTMAK: ÇANAKKALE’DE ÇOCUKLAR DA MI SAVAŞTI!

Tarih biliminin çocuklara yönelik aktarımının nasıl olması gerektiğine dair özellikle pedagojik açıdan ve diğer sosyal …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.