Tarih bize, insanlığın yaşadığı istilalar hakkında birçok örnekler sunmaktadır. Bu istilalar ekonomik ve kültürel olduğu kadar ağır bedellere yol açan savaşlar ve hastalıklar olarak dikkat çekmektedir. Bugünler de ise bir kez daha tüm dünya olarak yeni bir istilaya karşı savaş vermekteyiz. Hepimizi evlerine kapayan istilacı düşmanımızı çıplak gözle göremediğimiz gibi etkisini günlük yaşantımızda oldukça net hissediyoruz. Hatta bu düşmana karşı dünya savaşı verildiğini söyleyenlerin sayısı da az değil. Bu bakımdan Yeni Koronavirüs Hastalığı (COVID-19), gelecek dünyasını istilacı bir biçimde şekillendirmeye çalışırken; biz Türk milleti olarak bundan 105 yıl önce Çanakkale önlerine gelen İtilaf Devletleri’ne verdiğimiz savunma tepkimizin bir benzerini hayatlarımızın normale girmesi için bir kez daha ve yine topyekûn veriyoruz. Her birimiz, bir nefer olarak zafere giden yoldaki güçlü savunma mekanizmasının bir parçası olduğumuzu biliyoruz ve görevimizi icra ediyoruz. Bizim neslimizin de savaşı bu; cephemiz evimiz.
Biliyoruz ki istila girişimine karşı zaferi getiren güçlü savunmadır. Başarı sağlandığında ise atlatılan zorlukların hatırlanması ve geleceğe aktarılması; öngörülmesi güç yeni buhranların doğuracağı hasarları aza indirgemek için zaruridir. Şu an günümüzden geçmişe bakıp gücümüzü hatırladığımız, övündüğümüz ve güçlü durmamızı sağlayan da bu histir. Bu açıdan bakıldığında kuşku yok ki Çanakkale; savunma gücümüzün merkezindeki büyük abidedir. Milli güç ve dayanıklılığımızın kilometre taşlarından birisidir. İşte tam bu nokta da aynı duyguyla hareket eden Darülfünun hocalarından İsmail Hakkı Bey, 22 Şubat 1918 tarihinde Çanakkale Savaşları esnasında gösterilen inanç ve dirayetin gelecek kuşaklara aktarılması için şu cümleleri kullanmıştır: “Çanakkale Müdafaası yapılmış, kazanılmıştır. Lakin vazife yalnız askerler ve kumandanlar için bitmiştir. Bizim için bitmemiştir, başlamamıştır bile. Herkes bilsin ki, Bahr-ı Sefid mezarına kanlarını akıtanlar ölmek için ölmediler. Hep bu tarih, bu namus ve fazilet tarihi için öldüler. Onların kan borcunu ödemek lazım…Şairler destanlarını yapsınlar, ressamlar levhalarını çizsinler, heykeltıraşlar timsallerini yaratsınlar, muharrirler hikayelerini yazsınlar, sağ kalanları rahmet okusunlar.”
Peki, daha sonra neler olmuştur? Çanakkale savunmasının geleceğe aktarılması için yapılan girişimlere kısaca baktığımız da ilk gözümüze çarpanın; değerlerimizi korumak için özveriyle hareket edildiğini görmek olacaktır. Bu bağlamda henüz Cihan Harbi’nin bitişine sekiz ay kala 7 Mart 1918 tarihinde aydınların öncülüğünde bir adım atılmıştır. Çanakkale’de yaşanan istila girişimine karşı direnen kararlı duruşu Türk ve Dünya uluslarına aktarılması süreci hayat bulmuş; Çanakkale Cemiyeti kurulmuştur. Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte ise, geleceğe Çanakkale savunmasındaki azim aktarılmaya devam edecektir. Bu hususta Çanakkale’ye abide yapımına ait ilk önerge verilecek ve en nihayetinde Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Şehitlikleri İmar Komisyonu’nun kurulması için 30 Ekim 1924 tarihinde hatıraların dinç tutulması ve abidelerin inşa edilmesi için 3. Kolordu Komutanlığı’nı görevlendirecektir. Bu komisyon daha sonra 9 Temmuz 1926 tarihinde “Şehitlikleri İmar Cemiyeti” ismini alarak görevine devam edecektir. Tüm bu atılımlar ile başka milletlerin tarihinde eşi ve benzeri olmayan bu denli vatan savunmasının yaşandığı tarihi alan; güçlükler karşısında sergileyeceğimiz sağlam duruşun hayatımızdaki en önemli temas noktası olmuştur. Bugün ise tüm bu ruh ve azim devam etmekte; geçmişten günümüze, günümüzden ise yarına yol alan güçsüz olmayışımızın serüveni nitelikli yeni akademik çalışmalar ve tarihi alanın korunması adımları ile geleceğe aktarılmaktadır.
Hayatımız normale döndüğünde peki neler olacak? Birçoğumuzun aklına gelen bu soruya elbette verilecek çok yanıt var. Ama ben bu soruya ek olarak Çanakkale Savaşları’nın günlük hayatımıza tesiri üzerinden birkaç soru daha eklemek istiyorum. Virüs istilasından kurtulduğumuz ve özgürlüğü yeniden tattığımız da Çanakkale Savaşları’nın yaşandığı tarihi alanı anlayarak mı gezeceğiz? Yapılan ve yapılmakta olan tüm fedakarlıkları unutacak mıyız? Tarihi alanda yatan şehitlerimizden çekinmeyerek hal ve hareketlerimize dikkat etmeyecek miyiz? Biz yok iken yaşam nefesi bulan doğaya karşı geri döndüğümüzde saygısızlığımız devam mı edecek? Gözümüzü kırpmadan çevremizi kirletmeye devam mı edeceğiz? Ve son olarak “Hem ağlayacak hem gülecek miyiz?”
Her şey bittikten sonra ve bu kez bizler istilacı rolüne büründüğümüz de tarihi alanı ziyaret ederken Akif’in sözlerini aklımızdan çıkarmamalıyız: “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı, Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.”